29 Haziran 2013 Cumartesi

böyleyim işte ben...


duvarlar üstüme çökmüş gibi
dualar dilimde, ''al artık beni..!'' 
nefes aldırmıyor yalnızlık,
son sabahım olsun, 
minarede selam okunsun, 

yaşamaktan sıkıldım,
''ah''larımın ömrü benden daha uzun,
gölgeler dolaşıyor duvarlarımda,
anıların boyası akıyor zamanlarıma,
ve gözlerimden bir kaç damla kahır yaşı...

uzun geliyor artık bu dünya seferim bana,
sığmıyorum şehirlere, evlere ve içimdeki ben'e
yaşam sevincim terkedeli beri,
böyleyim işte ben,
ben böyleyim...

27 Haziran 2013 Perşembe

Alışamadım.

Anladım ki, bu can bu bedenden çıkmadıkça, kendimle olan kavgam sona ermeyecek...

Nefsle savaş ''en büyük cihad'' buyurdu o gül kokulu güzel Peygamber-selamların en güzeli O'na olsun- düşmanla çarpışmadan dönerken...

Her şeyden, herkesten kaçar da insan, kendisinden asla...

Bazen aynalar kirli gözükür gözüne, göz göze gelmekten kaçınır insan !

Hatalar, keşkeler film şeridi olur da, hala nasıl uslanıp akıllanmaz insan..!

Çok iyi birisin dediklerinde :

- Hayır ben iyi biri değilim, yalnızca iyi olmak isteyen ve olamadığını bilmenin verdiği huzursuzluğu içinde taşıyan belki yalnızca iyi niyetli biriyim, insanlara zararım dokunsun istemem...gibi bir şeyler geveliyorum...

Çünkü iyilik nedir, iyi insan nasıl olmalıdır sorusunun gerçek cevabını çok iyi biliyorum, nasıl kendime iyi insan oluşu layık görebilirim ?

Şu dinlediğiniz Gülay'ın şarkısına takıldım bugünden beri..

''uzun uzun anlatamam her şeyi
böyle olsun istemedim bende
sakın kal deme bana
gidiyorum alışamadım bu kente
sakın kal deme bana
gidiyorum alışamadım bu kente
suskun deniz boyu martılar
eve yalnız dönüyorum bende
sakın kal deme bana
gidiyorum alışamadım bu kente''

Alışamadım bu dünyaya ben de işte, hatta kendime de...Belki de normal bir psikolojik yapım yoktur, kim bilir...?

Ne de olsa, dünyada her 4-5 kişiden biri psikolojik bir hastalığın- hafif ya da ağır- tanımına uyuyormuş...

Belki de aldığım yaralardan, artık gün yüzüne çıkacak mecalim kalmamış da olabilir...

Manen zenginleşmek lazım, başka çaresi yok. Bunun yolu neyse, bulmak lazım, zira birbirine benzer, zarar dolu günlerin akışı başka türlü değişmez...

İşte yine bir çırpıda gün akşam oldu...



24 Haziran 2013 Pazartesi

Araf...

Durumumu anlatan bir kavram araf...

Aslında arafın çoğulu ve yüksek bir yer demek...Cennetlikler ile cehennemlikler arasında her iki tarafı da gören sur ve bu surda günahları ile sevapları eşit olanların Allah'ın taktir edeceği zamana kadar ikamet edecekleri mekan anlamında olup, bu isimde Kur'an-ı Kerimde sure de vardır.

Allah cümle Müslümanlar gibi beni de ne cehennem ne de araf ehli eylemesin ve bu mübarek zamanlar hürmetine cennetliklerden eylesin lütf-u keremiyle.Amin.

Peki nasıl durumumu anlatan bir kavram oluyor ?
Bu kısmını yazıp yazmamakta tereddüt içindeyim...

Bir örnek: bendenizi dindarlar (!) asla dine yakın, iyi bir dindar olarak göremedikleri gibi; dine yakın olmayanlar da dinci (!) olarak görmekten vazgeçmediler...Hatta bazıları ''romantik dinci'' diye de tanımladılar...Başka dincilerde (!) asla tasvip edemedikleri inançlarıma/fikirlerime sırf işbu romantik/sempatik halim sebebi ile katlanmış oldular...

Annesinin ''aptal'' ilaveli safı olmaktan, bir yanıyla şikayetçi olmamakla birlikte- çünkü ''inanmak'' öyle güzel bir kuvvedir ki, içinde sonsuzluğun mayasını taşır- diğer yanıyla bu insanlara inanışımın bunca yaş ve tecrübeme rağmen el'an zararlarını yaşamaya da devam ediyorum..!

Ne yapayım, kuşkucu yaklaşamıyorum, yalanden nefret ettiğim için, karşımdaki bana yalan söylüyor mu diye süzgeçten geçirmiyorum...Ta ki, karşımdaki beni şüphelenmeye zorlayana kadar. O zaman da değme hafiyeler gibi, anında görüntü.

Yakın bir arkadaşımın bana dediği gibi :''herkesi kendin gibi biliyor ve öyle olmadıklarını görünce de yıkılıyorsun'' Yıkılmasam da, o derin hüsranlı keder, zamanlarımın bir süre rengini değiştirmeye yetiyor....

Araf...

Uzun yıllar yurtdışında yaşadım, oraları hiç bir zaman sevip benimseyemedim, ama bu arada Türkiye'li de olamadım...İşte ilk araf tam da bu şekilde ruhumu, yaşamımı makasla ortadan biçiverdi! Her iki ülke atmosferini tam olarak kavrayamadım, yabancısı gibi kaldım...Gurbet illeri sevemedim, ısınamadım, benimseyemedim..Sanki bu dünyada bir turist gibiyim, hatta uzaylı gibi...

Koşturan, koşuşturan; anlamsız bağırıp yok yere kavga edenleri bir türlü anlayamadım...Sanki ay'da bir evim var, oradan izliyorum kimi zaman şu çok hızla ve kargaşa ile birbirini yiyen insanlığı...

İnsanlar olarak sevgi çiçeklerimiz kurumak üzere ve biz onu sulamıyoruz...İsyan ve nefret çiçekleri sarmış etrafını gönül bahçemizin, kara çalı ya da ayrık otu gibi.

Toplumsal olaylara baktığımızda bu acımasızlığımızı, ölçüsüzlüğümüzü hemen her alanda görmek mümkün.

Laik eğitimin yıllar ötesinden ekilen tohumlarını bu noktada göz ardı edersek, çözümü yanlış adreslerde ararız. Din ayrı devlet ayrı sloganıyla, Allah'a sen devleti nasıl yöneteceğimize karışma şeklinde özetlenecek eğitim ve anlayış; zaman içinde en dindarını bile kapitalist/ seküler anlayışla ticarete ve muamelata sürükledi..!

Yani bu noktada da milletçe araftayız...Ne cami ne kilise misali diyen Hayyam şiiri gibi.
Biraz dinsel (!) motifler ve keskin laikçi, jakoben duruş...

Ve en önemli soru, fıkıh kitaplarında geçen : ''...mülhid kendisini Müslüman sanır.'' kavramı üzerinde okuyucuyu dikkatle araştırmaya ve düşünmeye davet ediyorum.Zira bir kez gelme şansımızın olduğu bu  dünyada Allah'ın kitabında ''...ancak Müslümanlar olarak can verin'' mealindeki müthiş uyarısı karşısında titrememiz gerekir..
Demek ki, kişi kendisini Müslüman zannederken, Allah katında aslında mülhid yani dinden çıkmış bir mürted olabiliyor ve böyle de ölebiliyor! Bundan Allah'a sığınmakla kalmayıp, itikadi açıdan kendimizi yeniden sorgulamamızın önemi araf'ta kalmamak adına, dahası cehennemliklerden olmama sadedinde temel sorumuz ya da sorunumuz olarak güncelliğini korumaktadır !

Bir çok ünlü güncel adamın roman ve kitaplarını okurken, ilmihal ve akaid kitaplarının yanından geçmeyen bizlere, yaklaşan ramazan ayı, bu açıdan değişim ve gelişim adına fırsat olmalıdır.

Son söz: laik fert olarak, ya da sosyalist düşünce yapısı ile Allah katında Müslüman kalınabilir mi ?Hem laikliği savunup (yani Ey Allah, sen oruca, namaza karış ama devletimize, ekonomimize, sosyal hayatımıza karışma demenin, din hukuku ve Allah nezdindeki hükmünün idrakiyle) sonsuz hayatımızı ilgilendiren bu sorunun cevabı ve gereğince cümlemize ''sahih iman'' diliyorum.





23 Haziran 2013 Pazar

Berat Kandili ya da Yıllık kader programı...


Yıllık kader programı
İbni Abbas'tan rivayet edildiğine göre, hikmetli işlerin birbirinden ayırt edilmesi şu şekilde cereyan etmektedir:

Bu seneden gelecek seneye kadar meydana gelecek olayların hepsi ayrı ayrı melekler tarafından defterlere yazılır. Rızıklar, eceller, zenginlik, fakirlik, ölümler, doğumlar hep bu esnada kaydedilir. O yılki hacıların sayısı bile bu devrede takdir olunur. Herkesin ve her-şeyin o sene içindeki mukadderatı kaydedilir.

Rızıkla alakalı defterler Mikail Aleyhisselâma verilir.

Savaşlarla ilgili defterler Cebrail Aleyhissalama verilir.

Ameller nüshası dünya semasında görevli melek olan İsrafil'e verilir ki bu büyük bir melektir.

Ölüm ve musibetlerle ilgili defter de Azrail Aleyhisselâma teslim edilir.

Fahreddin er-Râzî"nin açıklamasına göre bu defterlerin düzenlenmesi Berat Gecesinde başlar, Kadir Gecesinde tamamlanarak her defter sahibine teslim edilir.

Berat Kandilinin "bütün senede bir kudsi çekirdek hükmünde ve beşer mukadderatının programı nev'inden olması cihetiyle Leyle-i Kadrin kudsiyetinde" olması bu manalara dayanmaktadır.

Kur'ân'ın bu gecede indirilmesi meselesine ise şöyle bir açıklama getirilmektedir:
Berat gecesi, Kuran-ı Kerimin Levh-i Mahfuzdan dünya semasına toptan indirildiği gecedir. Buna inzal denir. Kadir gecesinde ise Peygamberimize ilk kez ve parça parça indirilmeye başlanmıştır. Buna da tenzil denir.

Berat Gecesinin özellikleri Nelerdir Hakkında Bilgi ;


Tefsirlerde bu gece ile ilgili olarak şu şekilde izahlar yer almaktadır: Vergi ödendiği zaman nasıl ki vergi borçlusuna borcundan kurtulduğunu gösteren bir belge veriliyorsa, Allah Azze ve Celle de Berat Gecesinde mü'min kullarına berat yazar. Zaten bu gecenin dört adı vardır: "Mübarek Gece", "Berae Gecesi", "Sakk Gecesi. Belge ve senet. (Allah Teala bu gece mü'min kullarına beraet yazar)", "Rahmet Gecesi."

"Berat, beraet" kelimesi "el-berâe" kelimesinin Türkçedeki kullanılış şeklidir. Beri olmak, aklanmak, temiz ve suçsuz çıkmak demektir.

"Berâet" iki şey arasında ilişki olmaması, kişinin bir yükümlülükten kurtulması veya yükümlülüğünün bulunmaması anlamına gelmektedir. 
Mü'minlerin bu gece günah yüklerinden kurtulup İlâhî bağışa ermeleri umulduğu için de Berat Gecesi denmiştir.

Bir kısım âlimlerin, kıblenin Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'dan Mekke'deki Kabe istikametine çevrilmesinin Hicretin ikinci yılında Berat Gecesinde gerçekleştiğini kabul etmeleri de geceye ayrı bir önem kazandırmaktadır.

Berat Gecesinin beş ayrı özelliği vardır.
1. Bütün hikmetli işlerin ayırımına başlanması.
2. Bu gecede yapılacak ibadetlerin diğer vakitlere nispetle kat kat sevaplı olması.
3. İlâhi rahmetin bütün âlemi kuşatması.
4. Allah'ın af ve bağışlamasının coşması.
5. Peygamberimize tam bir şefaat yetkisinin verilmiş olması.

Bir rivayette bildirildiğine göre Resulullah Aleyhissalâtü Vesselam Şâban'ın onüçüncü gecesi ümmeti hakkında şefaat niyaz etti, üçte biri verildi. Ondördüncü gecesi niyaz etti üçte ikisi verildi. Onbeşinci gecesi niyaz etti, hepsi verildi. Ancak Allah'tan devenin kaçması gibi kaçanlar başka...
Zemzem kuyusunun bu gecede açık bir şekilde coşup çoğalması da bu manaları kuvvetlendiren kutsal bir işaret olarak yorumlanmaktadır. (iktibas)
  

22 Haziran 2013 Cumartesi

biz seninle...



Biz seninle galata ve kız kuleleri gibi bile değiliz..!
Onlar hiç değilse her an görüyorlar, birbirlerini,
Gülücükler gönderiyorlar,
Ten kokularını bırakıyorlar rüzgarlara.
Birlikte söylüyorlar şarkılarını, şiirsel düetlerini...
Birlikte ıslanıyorlar yağmurlarda,
Sırılsıklam, aşkla...
Birlikte üşüyorlar, 
Lapa lapa düşen karlar altında.
Birbirlerinin nefesinde, ateşinde kavrularak...
Biz seninle galata ve kız kuleleri gibi bile değiliz sevdiğim...
Biz seninle belki çok şey,
Belki de koca bir hiç'iz...


21 Haziran 2013 Cuma

19 Haziran 2013 Çarşamba

kaç kez...


Kaç kez, kaç kez senden sonra, 
Adın kayıtlı kalbimin çıkmazında,
Gözlerim uzaklarda,
Sana dokunuşları yaşadım, kaç kez...
Çocuk sesin,
Kaç kez yankı yaptı senden sonra,
İçimin sana açılan fakat dünyaya kapalı odalarında.
Kaç kez şiirlere çizdim yüzünü ve sonra,
Baktım artık gözlerimde yaş da tükenmiş,
Bize dair boynu bükük umutlarımız gibi...
Malum bir ayrılığa, anılar biriktirmek,
Ve bile bile an'da nefesini çekmek, yudum yudum...
Günahımsın, 
Yangınlarım!
Vebalim,ahlarımım..!
Her nefeste yanışımsın,
İpek saçlarına dolanan, arzularımsın.
Kaç kez, daha kaç kez şiirlerimden kan damlayacak..?
Sen damlayacak kıpkırmızı,
Bir kez mavi olsun istedim, bir kez pembe,
Bir kez...
Ama hayır kırmızı dışında rengi kalmamış gökkuşağımın...
Kaç kez, senden sonra kaç kez,
Kırmızının en koyusunda,
Keşkelere yuvarlanacağım, mecalsiz...
Kaç kez, daha kaç kez özleyeceğim seni..?
Kaç kez,
Kaç kez öleceğim yokluğuna..?



9 Haziran 2013 Pazar

Bana kimse normal olduğumuzu söylemesin !

Şiddeti özlemişiz..!
Ve şiddeti seviyoruz..!
Asabiyetimizi; çarşıda, pazarda, trafikte, evde, okulda, sokakta, uyarıda, protestolarda göstermeyi seviyoruz...!
Küfretmeyi de seviyoruz...!
Kaba olmayı, kabadayılığı da..!
Ne adam gibi eylemi, ne de sevinmesini bilmiyoruz !
İyi niyetli eleştiriye;
Sırada beklemeye, hakkımıza razı olmaya tahammülümüz yok!
Futbol için, karşı takımın taraftarını acımasızca öldürebiliyoruz !
Bu ülkede hala, sevinç zamanı; bir serserinin serseri kurşunu ile birileri el çırparken, halay çekerken ölebiliyorsa;
Bir şeyler adına, ekonomik gidişat hiçe sayılıyorsa,
Geminin delinmesi umursanmıyorsa,
Kendisini istemedi, boşandı diye kadınlar öldürülüyorsa,
Bana kimse, milletçe normal olduğumuzu ve birbirimizi sevdiğimizi söylemesin..!

5 Haziran 2013 Çarşamba

''Aşkla...''Miraç Kandilinizi Tebrik Ederim.



Hüzün yılında oldu bu müthiş hadise...

Amcasını ve pak eşlerini kaybettiği yılda..

Üzüntüsünün had safhaya vardığı noktada, Allah (cc)  O'na (sav) ''ayetlerinden bir kısmını'' göstermek ve ihsanlarla teskin etmeyi diledi ve şaşırtan, olağanüstü manevi yolculuk başladı.

Bu nokta artık, aklın, vahye teslim olmaktan başka çare bulamadığı ve Hz.Ebubekir (ra) gibi ilk kendisine söylendiğinde: '' Bunu O mu söyledi..? O söylediyse doğrudur...'' diyecek bir teslimiyet ve bu sebeple ''Sıddık'' lakabını erişme noktasıdır.

Halen günümüz teknolojisi Hz.Süleyman (as) ve Peygamberimizin (sav) yaşadığı miraç seviyesine gelememiştir.Bilindiği gibi Hz.Süleyman (as) devrinde eşyanın saniye ile nakli mümkündü.Hani şu filmlere yansıyan hayalimiz gibi.Işınlama...Uzay yolu dizisi..Hayaller, geçmişte olmuş ya da olması mümkün şeylerdir aslında.

Allah o kadar sonsuz merhamet sahibi ki, aşağıdaki ayette göklere yükselişe yer vermeyerek, miraca inanmakta güçlük çekebilecek kullarına yine keremli davranmıştır.Zira Efendimizin (sav) mübarek dilinden biliyoruz ki, ayetin devamı Burak isimli manevi asansörle, zamansızlık ve mekansızlık alemine yükseliştir..Sonra yaşananlar malumunuz.Sırlar manzumesi... 

İsra suresi:1. ayette mealen : '' Kulunu (Muhammed sallellâhü aleyhi ve sellemî) bir gece Mescid-i haramdan (alıb) Mescid-i Aksaaya kadar götüren (Zât-i ecelle ve a'lâ her dürlü nakıysalardan) münezzehdir. (O Mescid-i Aksaa ki) biz onun etrafına (feyz ve) bereket verdik (ve bu gece yolculuğunu) ona (o peygambere) âyetlerimizden ba'zısını gösterelim diye (yapdırdık). Şübhesiz ki O, (asıl) O (her şey'i) hakkıyle işiden, (her şey'i) kemâliyle görendir.'' ( Hana Basri Çantay )

Miraç olayında aklımda kalan şeylerden biri : Cebrail (as) Efendimize (sav) klavuzluk ederken öyle bir noktaya gelirler ki, ''buradan sonra ben bir adım atarsam yanarım, sen yalnız devam edeceksin,'' der Peygamberimize..Efendimiz de, ''Ben neyle geçeceğim yanmadan..'' mealinde buyurunca, 
Hz.Cebrail tek kelime söyler: ''Aşkla...''

Bir diğeri, Efendimiz (sav) gece yatağından kalkıp bu zamansızlık ve mekansızlık aşk yolculuğuna çıkıp, bir çok olayı yaşayıp geri, döndüklerinde, yataklarındaki vücut sıcaklıklarının hala soğumadığı...

Bir diğeri de, bize gerçekten hediye, ruhumuza şifa; can kurtaran simidi olan namazın farz oluşu..

İçimizdeki iman kandili ebeden daim olsun, Miraç kandiliniz kutlu olsun... 




3 Haziran 2013 Pazartesi

ömrüme bekleyişimsin...

gözlerin ayrı,
kirpiklerin ayrı,
saçların,
dudakların ayrı şiir söyletir yar,
içimin titreyişisin,
ömrüme bekleyişim...
uykularıma rüya,
uyanıklığıma nefesimsin...
ateşlerce yangınım,
korlarca yandığım,
çöllerde susuzluğum,
yetim gönlümde aşksızlığım,
kederli gecelerde adını sayıkladığım,
sen bir ömre hayıflanmaklığım,
sen bakışları aleme fitne,
sen saçlarının arasından, 
tılsımlı kokular dökülen,
ruhumu sarhoş eden  yar...
alsam bakışlarımı senden,
kaçsam diyar diyar...

2 Haziran 2013 Pazar

Yavuz Sultan Selim’in türbedarı, enfes bir olay

Sultan II. Abdülhamid Han zamanında Yavuz Sultan Selim’in türbedarının hanımı hamiledir ve bir gün canı kiraz çeker. Ve kocasına der ki :

- ” Canım çok kiraz çekti bana bir kilo kiraz alda gel.” Adam çarşıda köşe bucak kiraz aramaya koyulur. Kiraz var ama çok pahalıdır. Bir türlü parasını toplayıp kiraz parasını bir araya getiremez. Döner dolaşır türbeye gelir. Kabir’in yanı başında oturur ve sandukaya vurur. Der ki :

- Ey büyük İslam padişahı, cihan şahı, onca senedir hizmetini görürüm ama bir himmetini görmedim” diyerek sandukaya dokundurur elini. Daha sonra evine gider ve karısına alamadığını söyler karısı biraz üzülür haliyle. Ertesi sabah kapıya iki asker gelir ve faytonu göstererek “Sultan Hazretleri seni huzura bekler, hemen çağırır” derler. Adam bir an tereddüt eder içinden. Emri tebliğ eden asker fazla sabırlı değildir.

- Efendi ne durursun, Sultanın emrini tebliğ ederim sana ! Türbedar bakar ki ağırdan almanın zararı olacak… Çaresiz faytona atlar, doğruca sarayın avlusuna giderler. Nöbetçiler girer çıkar, hemen huzura alırlar türbedârı. Sultan Abdülhamid Han, türbedarı tepeden aşağı bir süzer. Sonra,kelimelere basa basa fakat yumuşak bir eda ile sorar :

Ceddim Yavuz Sultan Selim Han’ın türbedarı sen misin ?

Adam güçlükle cevap verir :

- Evet Sultanım !

- Söyle bakalım dün türbede neler oldu?

- Derdin nedir ?

- Bir meselen olmalı ?

Bir anda zihninden bir sürü şey geçer. Acaba Sultan neyi sormak istiyor.

- Neyi kast ediyor ?

- Hangi derdimi soruyor?

Şaşkın ve ürkek bir eda ile :
- Sultanım bir şeyler olmadı, bir derdim de yoktur, sağlığınıza duacıyım.

Abdülhamid Han, hem sesini yükseltir hem de sertleştirir.

- Türbedar efendi ! Sana söylerim. Dün türbede neler oldu, meselen nedir, açık söyle !

Bir şeyler hisseder gibi oldu ama söylemeye cesaret gerek. İster istemez hadiseyi anlatır:


-Sultanım zevcem hamile. Benden kiraz istedi. Çok pahalı olduğu için alamadım. Bunun için de velinimetim Sultan Selim Han’ın sandukasına dokundum : “Bir himmetini görmedim.” dedim .

Ortalığı bir sessizlik kaplar. İki tarafta da derin tefekkür .

Neden sonra daldığı alemden çıkan Abdülhamid Han, söylenmeye başlar:

- Sen orada dedemin sandukasına vurdun, o da burada sabaha kadar benim başıma vurdu. Al şu bir kese altını, bir daha da böyle şeyler için dedemi rahatsız etme, doğruca bana gel !

Bundan sonra emir subayına dönen Abdülhamid Han :

_ Selim Han’ın türbedarının maaşı iki misline çıkarılsın, sıkıntıdan kurtulsun. Bir derdi olunca da hemen bana gelmesine izin verilsin.

1 Haziran 2013 Cumartesi

Otağtepe'deydim.

  Nisan ayında gitmiştim.Yayınlamak için ancak fırsat bulabildim.
 Beykoz, Fatih Sultan Mehmed Han'ın  iki ağacın dibine otağ kurduğu Kavacık'taki tepedeydim.






 Fatih Sultan Mehmet Han, Karadeniz'den Bizans imparatorluğuna gelebilecek Rus yardımlarını önlemek amacıyla yaptığı Rumelihisarı'nın planlarını ve hazırlıklarını burada yapmıştır.

 Fatih Sultan Mehmet köprüsünün hemen üstü...



 Hz.Osman Efendimiz (ra) döneminden (655), Fatih Sultan Mehmed Han 1453 tarihine kadar yapılan tüm İstanbul muharebelerinin yeri Otağtepe olmuştur.Stratejik öneme sahip olup, boğazı neredeyse baştan başa görme imkanı sağlayan nefis manzarası olan çok güzel bir belde.
 30 bin metrekarelik yeşil alan üzerinde 711 ağaç 89 çalısıyla,muhteşem bir manzara eşliğinde sizi adeta büyülüyor.
 1986 dan başlayıp 2000 yılına kadar süren çalışmalar sayesinde Tema Vakfı tarafından tekrar doğaya kazandırılmış. Tema Vakfının elinin değdiği öyle belli oluyor ki İçerisinde tam 15.300 bitki türü yer alıyor ve gerçekten bu kadar farklı bitki türü başka hiçbir yerde bir arada bulunmuyor.
 Çok temiz ve bakımlı olmasına rağmen, yeterince ismi duyurulamadığından olsa gerek ki ziyaretçi sayısı pek fazla değil ancak Otağtepe zaman zaman davet ve düğün gibi çeşitli organizasyonlara da ev sahipliği yaptığı için arada bir de olsa, kalabalık gruplara kendini gösterme şansını yakalıyor.


 Şanlı bayrağımızın bir başka açıdan görünüşünü ölümsüzleştirdim.
 Yıldırım Bayazıt han'da Anadolu Hisarı’nın hazırlıklarını Otaptepe'de yapmıştır.
 Nefis bir tablo gibi, İstanbul...
 İstanbul'da görülmesi şart olan yerlerden...Gitmeyenlere mutlaka tavsiye ederim.Giriş ücreti falan da yok.Olsaydı da değer.
 Bu İstanbul'a aşık olunmaz mı...?
Gezi sonrası alandan çıkışta nefis manzara eşliğinde çay keyfi güzeldi.
 Şanlı bayrağımızın dalgalanmasını da ayrı bir lezzetle izlemeye doyamadım.Başımızdan ezanlarımızı ve al bayrağımızı eksik eyleme Yarabbi...
  Rumeli Hisarı.