3 Kasım 2013 Pazar

ezanların da olmasa...


Bir sonbahar vakti gitsem,

Dalından düşen yaprak misali...
Kaldırım kıyısında bir yaprak neyse,
Şehrimde de ben öyle işte...

Hep eğretiydim, 

Hep yabancı şu dünyaya,
Bir numara büyüktü
Ya da, ben çok çok küçüktüm.
Saklandım bu yüzden insanlardan,
Bir kedi, bir papatya, bir kuş sesi daha iyi geldi,
Ve ille vazgeçilmezim: ruhuma işleyen ezanlar...
Dünyadaki en güzel ses, lahuti, anlatılmaz; yaşanır, yaşatır.Sırlarla dolu, ötelerden, yücelerden, yüceler yücesinden Yüce bir Davet...
Nasıl duymaz insan..?
Duyar da nasıl susmaz insan...
Aslında bir şiir yazmaya niyetlenmişken, ezandan bahseden bir yazıya döndü.Vardır bir hayır...Belki bir kaç kişinin ezana hürmetini sağlar. Düşününüz, fıkıh der ki : Kur'an okurken bile, ezan-ı Muhammedi (sav) okunsa, okumaya ara ver, bekle ve ezanı dinle, duasını yap, sonra kaldığın yerden Kur'an oku...
Bu böyleyken, vaiz nasıl ezan okunurken vaaza devam eder, insanlar nasıl diziydi, haberdi umursamaz..!?

Ezanların da olmasa, ne diye durayım dünya sende..?

Bu yüzden hep kızdım o yüce davetin nidasında lakırdı edenlere...
İstedim ki, çıt çıkmasın şehirde,
Yaprak kımıldamasın,
Canlı, nebat ne varsa sükunetle dinlesin
Kulak değil,
Ruh versin ezana,
Verebiliyorsa can...

Bir sonbahar vakti gitsem,

Sabah ezanları okunurken mesela,
Namaz sonrası abdestle Rahman'a...
Mezarım da yakın olmalı camiye,
Ayak seslerini, 
Su ve kuş seslerini  duymalıyım mesela...
Musallaya birini getirdiler mi,
- Çoğalıyoruz burada, gelen var, demeliyim...
Beş vakit ezanlarla beslenmeliyim,
Kıyamet kopuncaya dek...