18 Aralık 2018 Salı

Rüveyda'ya mektuplar (43)

  


kelime kelime ruhumu istila ediyorsun, bana da teslim olmak kalıyor…


Sevgilim Rüveyda,

Seni yazmam lazım; seni, yine seni, hep seni... İsmini anmak besliyor beni. Bir nefeslik mesafemdeyken yazamam ki seni. Sendelerim, kekemeleşir dilim. İzin ver biraz ayrılığa düşelim... Her ayrılık, her veda gibi görünen şey, meğer yine yeni, yeniden sana kavuşmakmış, anladım...

Kadir kıymet bilip yeniden sarılmakmış varlığına, varlığınla bütünleşmiş aşka... Nasıl bir şey bu, her geçen gün daha çok özlüyorum seni... Nereye gidersem gideyim, ne yaparsam yapayım, seni her an kalbimde, karşımda buluyorum. Sanki telepatik bir bağ var aramızda. Ondan da öte bir şey, tarifi yok. Mesela ne zaman derin bir nefes çeksem, karışıveriyor nefesin nefesime... Bana fısıldıyorsun, Ben buradayım, yanındayım. diye...

Seni yazmam lazım yine, yazamazsam ben, ben olamıyorum. Anlamsızlığa karışıp yokluğa düşüyorum. Adın tutuyor elimden, senin bir adın da huzur olmalı.

Seni yazdıkça ağlıyorum, çağlıyorum, çoğalıyorum. Çoğaldığım yerde hayallerimi yüzdürüyorum, sana doğru... Seni yazdıkça güzelleşiyorum, seninle baktığım her şey hep güzel. Seninle kâinatta çirkin diye bir şey yok...

Sen akan bir ırmak, bense kirlenmiş bir adam. Sende temizlenen, paklanan, aklanan. Olması gereken yerde, olması gerektiği gibi...

Sevgilim Rüveydam,

İsminin bir anlamı da vefa olmalı, sadakat olmalı, merhamet olmalı. Sen hep güzel sevdin beni. Hiç vazgeçmeden... Sen orada, ben burada, ağladık... Sen orada, ben burada yalvardık Allah’a...

Ömrüme ömür eklemeye hazırdın da senden önce ömrümden çalanlar senin de benim de şansımı alıp gitmişlerdi... Yeniden başlamaya gücüm yok Rüveyda... Enkazımın altında can çekişiyorum… Ömrümce bekledim seni, biliyor musun bekleyince ölüm bile uzakta! İçimin kuşlarını özgür bırakmanın tarifsizliğini yaşıyorum bir hazan zamanı…

Bendeniz geç kalınmış hikâyelerin başkahramanı.

Bir masala inandık biz,
Öyle güzeldi ki
Derken yaz bitti,
Mevsimler hazanı da aştı, 
Bir biz aşamadık.
Bir ben...

Oysa masalların sonu hep güzel biter. Kırmızı Başlıklı Kız’a hiçbir zaman zarar veremez hain kurt. Yedi Cüceler, Pamuk Prenses’in, yakışıklı prens tarafından alnından öpülerek uyanışı ile hep mutlu oldular. Biz o masallarla büyüdük. Keloğlan âşık olduğu Aykız ile evlendi, mutlu oldular masalın sonunda. Biz bir masalın içinde mutluyuz, belki de masal olarak kalacağız, uzaklarda bir yerlerde, erişilmez ama hep mutlu.

Kelimelerden yana acze düştüm, nicedir. Gönlüm harman yeri, dilim lâl. Konuşmamakla, bir aşka susamak arasındaki susmalar artık sana hayrandır. O ne susuştur ki suskunluğunda bin lisan dile gelmiştir. Ah kim görebilir? Dilimizden geçenler, içimizde kalanlar, hayatın bir başka tarifi belki de…

En iyisi aczime o koca sultan Kanuni tercüman olsun, dinle Kalbim:

A sofu! (Âşık falan değilim!) deme, inkârı bırak artık! Allah, aşk ehlinin bağrına manevi bir mum yakmıştır (ki senin bağrında da) neredeyse sakalını tutuşturacakmış gibi duruyor.

Ey Muhibbî! Ah’larımı işitenler, gönlümdeki ateşin büyüklüğünün farkına varınca "Allah Allah! Mum ile rüzgârın yoldaş  olması ne garip!" dediler.

Sevgilim,

Mum ile rüzgâr mıyız, yoksa biz de bir masalın içinde... Dünya rüyasının içinde bir rüya... Mum ne güzel sevdiği için yanıp sevdiği için sessiz gözyaşları dökerek ömrünü tamamlıyor… Bildiğim bir şey varsa o da bana verdiğin huzur. Zaten benim güzel kadın tarifim, bana huzur veriyorsan, kalbimin tellerini titretip orada ilk kez duyduğum melodiler çaldırıyorsan, sen dünyanın en güzel kadınısın…

Dedesi Fatih Sultan da Avni mahlasıyla yazdığı bir şiirinde:

Şem’i gör kim meclisinde ağlayıp başdan çıkar Hoş yanar yıkılır ey şem’-i şebistânım sana[¹]

diyerek muma (şem’e) ayrı güzel anlamlar yüklemekte… Eskiden âşıklar, aşkları için kendi iç dünyalarında büyüttükleri hasret ateşinin hararetinde mum gibi günden güne erirlermiş. Biz erimiyorsak, günlerimiz erisin! Kelimelerimiz erisin, erisin ve ersin, erisin ve erdirsin!

Sevdiğim,

Ben mutluluk aramadım ömrümde, huzur aradım. Huzurlu olmak ile mutlu olmak arasında kalın bir romanın ilk sayfası ile son sayfası kadar fark var.

Mutluluk anlarla kayıtlıdır ve hep iyiyi, güzeli, üzmezi ister. Huzur öyle değil; en kederli zor zamanlarda bile içinde tevekkülü saklayan, teslim olmuş bir gönlü temsil eder.

Aşk gibi bahara benzer, baharı bir kez görür insan ve bir daha kış uğramaz aşkla sürmelenmiş gözlerine. Hayat ve şartlar ne kadar değişirse değişsin.

Tatmayan bilmez, tadan da tarif edemez. Sonra hayıflanarak iç çekerek: Sevdiklerim var benim, bir de çok özlediğim, dersin. Sen, çok özlediğimsin Kalbim…

Benim bahar goncam, içimde sakladığım sırrımsın sen Rüveyda… Buraya dökülen kelimeler bir aşkın, bir hasretin ön sözü bile değil, sen anla! Hayallerimde saklısın, seni nasıl sakladığımı sen bile bilemezsin. İmkânsızlığımıza gelince, bir aşkı, aşk yapan imkânsızlığı belki de… Olsun sevdiceğim, ayrı şehirlerde olsak da gördüğümüz rüya aynıdır.

Beni çok üzdüler Kalbim…

Bazen kendimi papatyalara benzetirim, canı sıkılan gelip benden kopardı. Eksile eksile eskiyorum. Eksik bir şeyler olduğunu bilip bilmezden gelmek, sıcak bir söz ya da ruhu sarsan bir şarkıya denk gelene kadar…

Şarkı demişken ilk zamanlar müzik, sevinç ve dinlencenin; şiirse hüzün ve hicvin yeryüzündeki temsilcileri olarak görünmüşler. Derken müzik bir bakmış insan kan dökücü, o da şiirin koluna/yoluna girmiş usulca…

Sevilerimizi, sevdamızı bonkörce saçtık da ne oldu, payımıza az şekerli boynu bükük bir fincan düştü…

Evet, beni çok üzdüler Rüveyda…

Verdim, hep verdim; verdiğim şeyler içinde en güzeli, en kıymetlisi de emeklerim oldu. Sevgi en büyük en ulvi emektir. Onun maddi karşılığı olamaz. Kalan ömrümde hiç kimseye, hiçbir hikâyeye ait olmuyorsam, direniyorsam sebepsiz değil! Üzmek ve üzülmek, bir aşkta ayrılığa yakışır, vuslata değil! Kavuşunca biten aşk değil, hevestir. Toprak saç heves ehlinin yüzüne!

Kadınlar bana teveccüh etse de inanamıyorum artık. Rekabet adına teveccüh edenler ne âşık, ne de seven! Onlar kendi emellerinin, tutkularının esiri ancak... Sanki bir yarış var da bu adamı kim elde ederse, nefsini şampiyon ilan edecek! Bu sevgi değil, aşk hiç değil sevdiğim...

Sen beni öyle sevmezsin biliyorum. Beni ben olduğum için sever ve hatalarıma bir mazereti benden önce sen bulursun. Rüyadayız ya rüyanı her zaman hayra yorarsın sen… Sevmek böyle bir şey işte sen güzel seviyorsun beni; vazgeçmeden...

Sevgili,

Tutsan korkak ellerimden, gitsek buralardan.

Mavisi çok bir mevsime... Sarhoşluğun tadına vara vara, hiç ayılmadan, doyumsuzca... Evet, önce şu sarhoşluğun tadına varalım. Bilmiyorum, daha kaç kadeh buse alacağım var dudaklarından mısra mısra... Bırak şu sarhoşluğun tadına varalım, yarını yarın düşünsün...

Sana gelsem, 
Borsa mı düşer? 
Sana sarılsam sırılsıklam, 
Euro mu yükselir?
Bir kere öpsem,
Altın mı kalmaz sarraflarda?
Anladım!
Sevişsek!
Kesin ihtilal olur!

Sevgilim,

Seni yazmam lazım; seni, yine seni, hep seni... İsmini anmak besliyor beni.

Ah yine yazamadım seni…

Varlığının sarhoşu Murat

_____________

[¹] Ağlasa Derd-i Derûnum Çeşm-i Giryânım Sana” adlı şiiri divanında bulunan 70 kadar manzum içinde en sevdiklerimdendir.

Muma da bak! Senin (bulunduğun) meclisinde ağlayıp baştan çıkmakta. Ey odamı aydınlatan! O mum senin için ne de hoş yanıp yıkılıyor. Mum yanarken baştaki fitilin kenarlarından ağlıyormuş gibi akar. Şair buna gıpta ediyor ve onu sevgilinin aşkı ile baştan çıkmış veya o uğurda başını vermiş olarak gösteriyor.