Bahar yüzlüm,
Rüveydam,
Kalbim,
Sana söyleyeceklerim bitmedi, bitmeyecek...
Başlangıç yapamadık ki bitişten söz edeyim!
Söylenmedik sözlerin hasreti içinde kıvranırken ruhum, acziyetin dalgaları arasında batıp çıkan küçük bir kayık misali zamanda akıyorum.
Bir pınar var, ruhumun dağlarından kıvrıla kıvrıla süzülen, her mevsim ince ince y/akan...
Bazen şelaleler gibi sana coşan, sedasında kaybolduğum.
Sevgilim,
Şehirler, ülkeler ve topyekun dünya yokluğunda bir salgın hastalıkla bocalıyor.
Korona günlerinde onlar yaşama kaçıyor, ben sana, mektuplara...
Havalar henüz ısınmadı, sensiz ruhum gibi, bir anda sıcaklık düşüyor, üşüyoruz!
İnsanlar çaresiz bir perişanlıkla evlerinden, yurtlarından sürülmüşken, ben de gözlerimin şarjörüne yeni yeni mermiler sürüyorum,yarısı da onlar için...
Damla damla sıkıyorum kalbimin en tenha iklimlerine...
Kimsenin ağaçlarda filizlenen tomurcuklara ve aşka bakacak hali kalmamış! İsyanların nisyanlara, insanların şeytanlara karıştığı bu hengâmede, bana adın lazım.
Bir sığınak, güvenli bir liman...
''Rüveyda'' diyorsam, bu bazen sen, bazen isminde saklı sonsuzluğun sürmelenmiş gözleri...
''Rüveyda'' dünya gurbetinde hasreti çekilen bir Kevser...
''Rüveyda'' diyorsam, yorgunluğuma ebedi bir dinlence oluyorsun.
Kalbim, benimle orada buluşacak mısın?
Nisan bitiyor ama hâlâ üzerinde şubattan kalma bir sis ve hüzün! Bu Nisan bahara uyanamadık, sevinemedik. Her yerde vedanın rengi sonbahar nağmeleri, şu salgın yüzünden.
Şairin dediği gibi: ''Her nakışta o mânâ: öleceğiz ne çare!''
Benim kendi adıma şikâyetlendiğim yok. İşlerinden olanlara, bozulan ekonomiye ve sevdiklerini kaybedenlere üzülüyorum. Yoksa günlerce sokağa çıkmadan yaşayabilirim.
Kalbim,
Biz veda b/akışından mahrum, kelimelerin cümle olmaktan korktuğu demlerde dağıldık!
Bir vuslatı hayal etmekten bile korkarak, kıyısında emekleyebildik, bütün emeklerimizle...
Seni yazmadığım zaman, kelimelerden yana fakirliğim artıyor. Suyu çekilmiş bir göl gibi çöle evriliyorum. Artık diyorum şu harflerle düşünmeye, özlemeye, beklemeye bir son mu versem!
İçimden bir ses evet diyor, bu mektupla final yap yazı hayatına (bloğa) ve kendine...
Sessizliğin içinde, grinin tonlarında, bir sonbahar hüznü ile unutuluşun rüzgarına bırak kendini.
Sevgili,
Aşktan payıma hasret şarkılarını dinlemek düştü.
Aşktan ovama yalnızlığın mısralarını ezberlemek üşüştü.
Ne iyi bir kalem, ne şair ne de iyi bir aşık olabildim.
Belki müteşair, belki kendine yazar ve belki aşka aşık melankolik bir serseri...
Rüveyda!
Belki sana olan sevgisi, aşkı yaratan Yüce Mevla katında bir akis bulur da, Leyla'dan Mevla'ya dedikleri o güzel iklim -hak etmese de- ömrü nihayete ermeden bu fukara adamı bulur.
Sen bana Yusuf (as)'ın atıldığı kuyu olursun, İlahi aşk da o kuyudan tutunarak çıkarıldığım sağlam bir kulp olur. Niyazım budur. Ve niyazım cennet sabahına varmak nasip olursa, gözlerimi açtığımda karşımda senin bana bakan gözlerinde sevinç gözyaşı dökmek...
Bir daha yazar mıyım bilmeden, son mektupmuş gibi, son cümleymiş gibi:
Sevdim seni, mektuplarımı yak ama bunu unutma olur mu?
Bu dünyadan çok sıkılmış bir Murat
▼
27 Nisan 2020 Pazartesi
26 Nisan 2020 Pazar
25 Nisan 2020 Cumartesi
''Sünnetin ihyası, ''Rasulullah peynir mi yedi, karpuz mu yedi?''
''Sünnetin ihyası, ''Rasulullah peynir mi yedi, karpuz mu yedi?'' meselesi değildir! Sünnetin ihyası Kur'an-ı Kerime tabi olmaktır!''
Doğrusu bu cahilane söz gerçekten İsmet Özel'e mi aittir, bilmiyorum.
Burada bilinen şeyleri alt alta sıralamayacağım. Her Müslüman zaten bilir ki İslam'ın önce gelen iki kaynağı Kitap ve Sünnet...Sonraki gelen kaynağı İcma ve Kıyastır. 4 mevsim gibi dinimizin kaynağı da 4'tür. Bizatihi Kur'an bizi Resulullah sallahü aleyhi ve selleme yönlendiriyor. Bununla ilgili bu blogda sayısız ayet paylaşmıştım. (Bakınız: ''Kutsal kitabımızda Sevgili Peygamberimiz'' başlıklı yazım.)
Peygamberimizin sünneti, yani yaşamı ve tasdiki/takriri/onayı olan olaylar olmasa bizler abdest alıp namazı nasıl kılacağımızı, orucu nasıl tutacağımızı, haccı nasıl eda edeceğimizi bilemeyiz. Çünkü bunların açıklaması Allah'ın merhameti olarak Peygamberimize, yani ''içinizden bir elçiye'' bırakılmıştır.
O bir melek olsa, bize benzemediği, bizim gibi yeyip içmediği, uyumadığı için başından havlu atar, taklidi ve dolayısıyla yaşanması imkansız bir dinden söz ederdik. Kısaca meselenin fıkhi boyutuna özet işaret ettiğim gibi, Hz. Aişe (ra) annemizin Peygamberimizi (sav) soranlara cevaben buyurduğu: ''Siz hiç Kur'an okumaz mısınız? Onun (sav) ahlakı Kur'andı.''
Bu nasıl bir Kur'an okuması (!) ki İsmet Özel'e atfedilen cahilane sözü insana benimsetsin! Tersinden okursak; ''Sünnete tabi olmak, Peygamberi haşa es geçerek direk Kur'andan kendi kıt aklımızla anladıklarımızdır ki- ortada sahih din kalmaz- bu da bizi Buhari hadisine göre azaba düçar eder. Aynı zamanda Peygambersiz İslam hedefinde olan müstekbirlerin ekmeğine yağ sürer!
Bu kısa girizgahtan sonra fıkhi boyuttan hikmet boyutuna geçersek; ''Sünnetin ihyası'' denilen kavram aynı zamanda Kur'anın yani İslamın ihyası olarak, bazen ''en güzel ahlakı tamamlamak'' bazen ''elinden dilinden emin olunmak'' bazen ''asla yalan söylememek'' bazen de '' aldatan bizden değildir'' ihtarına muhatap olmaktır.
Bununla beraber sünnet-i seniyye, birilerinin sandığı gibi yalnızca hukuk, fıkıh, ibadet diye bildiğimiz kavramlarla sınırlı değildir.
Sünnet aynı zamanda aşktır.
Onun gibi -sallahü aleyhi ve sellem- insanlara şefkatli davranmak, yalansız hilesiz yaşamak, nazik ve temiz olmak, israf etmemek, insanlar arasında adaletle muamele etmek, gelmiş ve geçmiş günahlarının affedildiğini bildiği halde gece öpülesi ayakları şişene kadar namaz kılmak, kuşu ölen bir çocuğa taziyeye gitmek....Ve Onun gibi karpuz yemek, o karpuzu yerken Onu anmak. Karpuzun yanında peynir yemeyi tavsiyenin tıbbi hikmetlerine erişmek. Ve bazen de bazı aşıkları gibi, karpuzu çekirdekleriyle mi yedi, çekirdeksiz mi diye inceler incesi bir ruha erişip hiç yememektir. (Modern zamanların iğdiş edilmiş, izm ve felsefelerle dumura uğratılmış bulanık akıl sahiplerinin işbu hiç yememektir kısmına enaniyetle ve nefslerinin emini olarak nasıl burun kıvırdıklarını görür gibiyim.)
Bu, aşktır ki Hz.Veysel Karani gibi O'nun -sallahü aleyhi ve sellem- Uhud'da mübarek dişlerinin şehit edildiğini duyduğunda hangisi olduğunu bilemediğinden ağlaya ağlaya bütün dişlerini kanatmaktır!
Sünnetin ihyası başka, Kur'an-ı Kerim'e tabi olmak başka şeyler sananların yukarıda verdiğimiz örnekleri anlaması cidden nasip işidir!
Evet sünnetin ihyası, (Peygambere özel/mahsus olanlar müstesna olarak) Onun (sav) her yaptığını aşkla yapabilme vecdidir.
Karpuzdan, karakter yapısına, peynirden peynir gibi ak alınla insanlara şefkatle muamelesine kadar...
Sevecen, güler yüzlü, haşyet ve aşk ile, ihsan yani Allah'ı görür gibi yaşamaktır bu karpuzla peynir yemenin anlamı. Onun sallahü aleyhi ve sellem hasretini çekmek, Onu sallahü aleyhi ve sellem özlemek, Onu anmaktır... Bu bir yangındır ki, bir karpuzun serinliğinde karpuzun sularına göz yaşı damlatmaktır. Bu bir sevdadır ki, hasırın izinin yüzünde olduğunu bilip, yumuşacık yüksek yataklarda yatarken utanç duymaktır! Bu bir mecnun işidir ki, O sallahü aleyhi ve sellem açlıktan mübarek karnına taş bağladı diye, oruçlu günlerde hiç değilse yakınmadan orucu ihya etmektir.
Sünnet bir yoldur ki sonu aşka çıka...
Sünnet bir yoldur ki sonu kişiyi aşık ede...
Sünnet bir yoldur ki aşığı ol Maşukuna kavuştura...Sallahü aleyhi ve sellem...
54.Mektubu okuyacak mıyız?
''54. Mektubu okuyacak mıyız, hayırlı ramazanlar dilerim.''
Sanırım, kısmetse okuyacaksınız. Geçenlerde biraz karaladım.
Tamamlayamadan araya bir iş girmese çoktan yayındaydı.
Yeniden ruhumdaki sonbahar rüzgarlarının hafif sert esişini bekliyorum.
''Ama Nisan ayındayız, sonbahara çok var!'' diyenler çıkabilir; bendeniz, hangi mevsimde olursam olayım yaşadığım sonbahar hüznüdür. Görsellere ayrıca teşekkür ediyorum.
24 Nisan 2020 Cuma
Ramazanınız mübarek ola dostlarım.
Bilemem daha kaç kere gelirsin ömrüme...
Gelir de bulur musun?
Lâkin bilirim, kadrini bilenleri kıymetli eyler de gidersin.
Hoş geldin gönlümün süruru, sefalar getirdin.
Hoş geldin göz aydınlığım.
Hoş geldin ruhumun muhtaçlığı.
Hoş geldin coşkulu sevincim...
23 Nisan 2020 Perşembe
Bekir Develi'ye maşallah.
https://www.youtube.com/watch?v=yBUQfJdsqDQ
Bu videoyu izlemeyenler İstanbul'a ve tarihimize ait çok şey kaçırmış olurlar. Hemen her cümle altı çizilesi. Tadına doyamadım. İlk fırsatta tekrar dinlemem gerekir. Bir izleyenin hediyesine Bekir Develi'nin verdiği spontane karşılığa da ayrıca bayıldım.
Zafer bey'in İstanbul için yabancıların bir cümlesini nakletti, bunu duyduğuma ayrıca sevindim. Çünkü aynı şeyi içimden geçirirdim. Şu korona günleri geçse de İstanbul'uma kavuşsam...
Bekir Develi kendisi güzel bir insan olduğu için, güzel insanları da bulup bizleri onlara ulaştırıyor.
Daha önce de Uğur Akkafa bey ile en azından beni tanıştırmıştı kanalında. O günden sonra Uğur bey'in de kısa ama derin videolarını izlemekteyim. Hatta Risale-i Nur'u sevdiren adam ya da Cem Yılmaz'ın hidayete ermiş hali dediğim bir güzel insan...
https://www.youtube.com/channel/UCduJv_7n29cPYCqNzvLst4Q
Yasin Pişgin, Dursun Ali Erzincanlı, Serdar Turgut gibi pek çok güzel isim ile yapılan sohbetler bu kanalda. Yani mübarek Ramazan ayında Kur'an okuma dışında zamanımızı nasıl geçirelim diye düşünenlere güzel bir paylaşım yapmış olarak çorbada azcık tuzum olsun istedim.
Şu linke öncelikle tıklayın lütfen, nasıl enfes bir mesaj vermiş Bekir Develi...Harika bir kurgu. Hem güldüm hem de Bekir Develi'ye sevgim çoğaldı.
22 Nisan 2020 Çarşamba
gölgen göğümde!
Gel artık!
Nicedir yolunu g/özlerim.
Kokun ruhumda,
Gölgen göğümde,
Gel ve gelişlerinden birinde
Beni de götür!
20 Nisan 2020 Pazartesi
''heybetli huzurunda sonsuz bir saygı ile eğilirim.”
Miladi 20 Nisan 571'de kâinat, müjdelenen,
beklenen Nebi'sine,
Örneğine,
Önderine
Peygamberine
Sevgilisine kavuşmuştu.
PRENS BİSMARK: “Ben iddia ediyorum ki Hz. Muhammed seçkin bir insandır. İlahi gücün böyle ikinci bir vücudu meydana getirmesine ihtimal verilemez. Sana çağdaş/layık bir vücut olmadığım için çok üzgünüm ey Muhammed.! Öğreticisi ve yayıcısı olduğun bu kitap senin değildir. O, ilâhîdir. Bunun ilâhî olduğunu inkar etmek, mevcut bilimlerin asılsız olduğunu ileri sürmek kadar gülünçtür. Bunun için insanlık, senin gibi bir varlığı bir defa görmüş, bundan sonra da görmeyecektir. Ben heybetli huzurunda sonsuz bir saygı ile eğilirim.”
GEOTHE: “Hiç kimse Hz. Muhammed'in (sav) prensiplerinden daha ileri bir adım atamaz. Avrupa'ya nasip olan bütün başarılara rağmen bizim konulmuş olan bütün kanunlarımız, İslam kültürüne nispetle eksiktir. Biz Avrupa milletleri medeni imkanlarımıza rağmen Hz. Muhammed'in son basamağına varmış olduğu merdivenin daha ilk basamağındayız. Şüphe yok ki, hiç kimse bu yarışmada Onu geçemeyecektir.”
DOSTOYEVSKİ: “Büyük İslam Peygamberi yüce yaratıcının katına çıkıp onunla buluşmuştur. Ben Mirac’a bütün kalbimle inanıyorum.”
BERNARD SHAW: “Ben bu hayret uyandırıcı insanın hayatını inceledim. Benim görüşüme göre onu insanlığın kurtarıcısı olarak tanımamız lazımdır.
MAHATMA GANDİ: “Milyonlarca insanın kalbi üzerinde bu gün bir etkisi olan hayata sahip birisini öğrenmek istedim. İslam’ın bir yeri fethinin kılıç ile olmayıp, hayat tarzıyla olduğunu her zamankinden daha fazla anladım. Peygamber’in tam manasıyla sadeliği ve ahde sadakati, onun arkadaş ve takipçilerine kendini adaması, tevazuu, yiğitli, korkusuzluğu Tanrı’ya ve dinine olan mutlak bağlılığıydı asıl ona her engeli aştıran ve muzaffer kılan; yoksa kılıç bir hiçti.”
Allahümme Salli Ala Seyyidina Muhammedin Ve Ala Ali Seyyidina Muhammed ♥
A. D. LAMARTİNE: “Şayet gayenin büyüklüğü, vasıtaların küçüklüğü ve neticenin azameti insan dehasının üç ölçüsü ise, modern tarihin en büyük şahsiyetlerini bile Muhammed'le kıyaslamaya kim cesaret edebilir. O şahsiyetlerin en meşhurları ancak maddi kuvvetler kurdular. Halbuki O, orduları, hukuk sistemlerini, imparatorlukları, kavimleri, hanedanları ve dünyanın üçte biri üzerindeki milyonlarca insanı harekete geçirdi.”
TOLSTOY: “Muhammed, hürmet ve saygıya fazlasıyla layıktır.”
Allahümme Salli Ala Seyyidina Muhammedin Ve Ala Ali Seyyidina Muhammed ❤
beklenen Nebi'sine,
Örneğine,
Önderine
Peygamberine
Sevgilisine kavuşmuştu.
PRENS BİSMARK: “Ben iddia ediyorum ki Hz. Muhammed seçkin bir insandır. İlahi gücün böyle ikinci bir vücudu meydana getirmesine ihtimal verilemez. Sana çağdaş/layık bir vücut olmadığım için çok üzgünüm ey Muhammed.! Öğreticisi ve yayıcısı olduğun bu kitap senin değildir. O, ilâhîdir. Bunun ilâhî olduğunu inkar etmek, mevcut bilimlerin asılsız olduğunu ileri sürmek kadar gülünçtür. Bunun için insanlık, senin gibi bir varlığı bir defa görmüş, bundan sonra da görmeyecektir. Ben heybetli huzurunda sonsuz bir saygı ile eğilirim.”
GEOTHE: “Hiç kimse Hz. Muhammed'in (sav) prensiplerinden daha ileri bir adım atamaz. Avrupa'ya nasip olan bütün başarılara rağmen bizim konulmuş olan bütün kanunlarımız, İslam kültürüne nispetle eksiktir. Biz Avrupa milletleri medeni imkanlarımıza rağmen Hz. Muhammed'in son basamağına varmış olduğu merdivenin daha ilk basamağındayız. Şüphe yok ki, hiç kimse bu yarışmada Onu geçemeyecektir.”
DOSTOYEVSKİ: “Büyük İslam Peygamberi yüce yaratıcının katına çıkıp onunla buluşmuştur. Ben Mirac’a bütün kalbimle inanıyorum.”
BERNARD SHAW: “Ben bu hayret uyandırıcı insanın hayatını inceledim. Benim görüşüme göre onu insanlığın kurtarıcısı olarak tanımamız lazımdır.
MAHATMA GANDİ: “Milyonlarca insanın kalbi üzerinde bu gün bir etkisi olan hayata sahip birisini öğrenmek istedim. İslam’ın bir yeri fethinin kılıç ile olmayıp, hayat tarzıyla olduğunu her zamankinden daha fazla anladım. Peygamber’in tam manasıyla sadeliği ve ahde sadakati, onun arkadaş ve takipçilerine kendini adaması, tevazuu, yiğitli, korkusuzluğu Tanrı’ya ve dinine olan mutlak bağlılığıydı asıl ona her engeli aştıran ve muzaffer kılan; yoksa kılıç bir hiçti.”
Allahümme Salli Ala Seyyidina Muhammedin Ve Ala Ali Seyyidina Muhammed ♥
A. D. LAMARTİNE: “Şayet gayenin büyüklüğü, vasıtaların küçüklüğü ve neticenin azameti insan dehasının üç ölçüsü ise, modern tarihin en büyük şahsiyetlerini bile Muhammed'le kıyaslamaya kim cesaret edebilir. O şahsiyetlerin en meşhurları ancak maddi kuvvetler kurdular. Halbuki O, orduları, hukuk sistemlerini, imparatorlukları, kavimleri, hanedanları ve dünyanın üçte biri üzerindeki milyonlarca insanı harekete geçirdi.”
TOLSTOY: “Muhammed, hürmet ve saygıya fazlasıyla layıktır.”
Allahümme Salli Ala Seyyidina Muhammedin Ve Ala Ali Seyyidina Muhammed ❤
19 Nisan 2020 Pazar
sonra her şey bir hayal oldu! (2)
Ve sonra her şey bir hayal oluyor!
Konuşmalar!
Bakışmalar!
Dokunuşlar!
D/okuyuşlar!
Duyuşlar!
Soluyuşlar!
Ve sonra her şey bir hayal oluyor!
Sanki hiç olmamışız gibi!
Sanki hiç yaşanmamış gibi!
Oysa gözlerimiz parlıyordu!
S/olmaz gibi b/akıyorduk!
Hiç bitmez,
Hiç'e evrilmez gibi!
Hep sever sevişir gibi..!
Sevgimiz dışında,
Sonra her şey bir hayal oldu!
18 Nisan 2020 Cumartesi
bana kırmızı!
Birimiz gitmeliydi.
İkimiz de gitmiş gibi yaptık!
Gitmeyip kalsak ne olacaktı?
Baştan ofsayta düşmüş bir hikâyeydik!
Ne desek ne yapsak,
Zaten yol geçersizdi!
Doksan dakika bile bu aşkta kalamadık!
Ve kaderin sesi duyuldu:
Sana sarı,
Bana kırmızı!
https://www.youtube.com/watch?v=PA_HrUv4wUw
16 Nisan 2020 Perşembe
15 Nisan 2020 Çarşamba
14 Nisan 2020 Salı
13 Nisan 2020 Pazartesi
Her Şey Hüzünlü! / Sevgili Rüveyda!
Değişen Hiçbir Şey Yok,
Yazdıklarımızla,
Yazabildiğimizi Sandıklarımızla,
Anlatamıyoruz İçimizdekileri...
Arada Bir Şiir Yazasımız Geliyor,
Oturuyoruz Bilgisayarın Başına,
Kelimeler Diziliyor Dilimizin Ucuna,
Dökülmüyor Sayfalara...
Çünkü Şiir Kokmuyoruz Artık..!
Galiba Hepimiz Sabaha Dönmeyen,
Yitik Zamanlar İçinde Kaybolmuş Gece Gibiyiz...
Her Şey Hüzünlü,
Her Şey Sırılsıklam...
Gözler Buğulanmış Bir Akşam,
Sözler Sessiz,
Derin Bir Ağıt...
Ağrıyan Yaralar,
Acıyan Duygular Yaşanmışlıkları,
Hatıraları Hüznüne Bulamış...
Gün Geçtikçe Herkesin Kapısına Dayanıyor Ürküten Yalnızlıklar,
Zamanda Kayboluyor Duyulmayan Çığlıklar...
Baharın Adı Yok,
Tadı da,
Her Yer Endişe,
Her Yer Tasa...
Her Yer Buruk,
Her Yer Ağlamaklı...
Şairler de Susmuş Artık,
Ürkütücü Masallardan Geçiyor İnsanlık...
Bugün de Kimseye Umut Armağan Edemiyoruz....
Sevda
Sevgili Rüveyda...
"Nasılsın?" Diye Sorsam Sana,
"İyiyim" Diye Cevap Verebilir misin Bana?
"Nasılsın?" Diye Sorsan Bana,
"İyiyim" Diye Cevap Verebilir miyim Sana?
Bilmiyorum...
Son Günlerde Hiçbir Şey Değişmiyor Hayatımızda...
Hala Sessiz Geçen Saatler Tırmalıyor Beynimizi...
İçimizde Fırtınalar Koptukça,
Bitkin Düşmüş Yüreğimizde,
Acılar Uçsuz Bucaksız Okyanus Oluyor...
Gündüzleri Yaralarımızı Kanatan
Geceleri Bizi Hayallerimizden Uyandıran Düşüncelerimiz Derinleştikçe,
İç Dünyamızda Fırtınalar Esiyor,
Bir Yangın Sıçrıyor Yüreklerimizin Odacıklarına,
Ruhumuzdaki Karanlıklar Daha Çok Kararıyor,
Yüreklerimizin Sancısı Daha Çok Artıyor...
Sevgili Rüveyda...
Dışarıda Güneşli Bir Hava Var,
Ama İçimizde Fırtınalar Kopuyor,
Dışarıda Uçuşan Kuşlar Var,
Ama İçimiz Ürkek Bir Kuş Gibi,
Korkuyoruz Yalnızlığımızdan...
Her Şey Karmakarışık...
Gözler Zindan,
Diller Müebbet Yemiş Bir Mahkum...
İlkbahar Mevsimindeyiz Ama,
İçimizde Hazan Mevsimi Yaşanıyor...
İçimizde ki Hayatın Rengi,
Hayatın Zevki Kaybolmuş...
Nereye Gideceğimizden Habersiz,
Zifiri Karanlıkların Bilinmez Caddelerinde;
Bir Bilinmezliğin İçinde Kaybolmuş Yürüyoruz...
Bir Sona Doğru Sürüklenirken
İçimizdeki Bu Bilinmezlikten Çok Korkuyoruz...
Yaşanması Gereken Bedellerin Ardından,
Bir de Yalnızlığın Küfesi Ekleniyor Sırtımıza
Etrafımız Kahır Dolu Yüklerle Dolu,
Anlam Veremiyoruz Yaşananlara...
Sevgili Rüveyda...
Birbirine Bağlı Zincir Gibi,
Her Şey Üst Üste Geliyor...
Anlamlar,
İmkanlar,
Yarınlar,
Başlangıç Gibi,
Son Gibi,
Yaşam Gibi,
Ölüm Gibi Karmakarışık...
Ne Güneş Bir Daha Doğacak Gibi Batıyor,
Ne de Bahar Gelmiş Gibi Günler Yaşanıyor...
Eski Bilindik Sorularını Sormaktan Vazgeçmiş Hayat,
O Soruları Sormuyor...
Hayat Daha Sert,
Daha Acımasız Şimdilerde...
Bu Karmakarışık Kasırga,
Ağır Bir Çelişkiye Düşürüyor Her Birimizi...
Ve Hiç Birimiz Bilemiyoruz,
Onca Sukunluğumuzun Ardından,
Yeniden Konuşmayı Başarabilir miyiz?
Sevgili Rüveyda...
Seni Sensiz İçimde Yaşıyorum...
Seni ve Sensiz Dakikaları,
Senden Yoksun,
Ve Sevginden Yoksun Bıraktığın Her Anı...
İkinci Baharım Diye Tanıdığım Baharın İle,
Daha Ne Kadar İçimde Saklanırsın?
Beni Ne Kadar Daha Kendine Tutuklu Bırakırsın?
Bu Yüreğe Ne Kadar Daha Hakim Olursun?
Sensizlik Karşısında Daha Ne Kadar Dimdik Dururum?
Cevaplar Ne Sende,
Ne Bende,
Yaşayıp Göreceğiz Birlikte...
Sevgili Rüveyda...
Biliyorum ki Sahipsiz Değiliz,
Merhametine Müştakız Rabimizin...!
Sevda
12 Nisan 2020 Pazar
11 Nisan 2020 Cumartesi
10 Nisan 2020 Cuma
Bazı yaralar...
Zira dert, hamile bir kadın gibi içinde dermanı da taşır.
Hani ''atsan atılmaz, satsan satılmaz'' cinsinden!
Zaten atan da yoktur, dünyalar verilse satan da...
Sus dağının ardında yankısı!
Pınarı da var, akar geldikçe sırası...
Yâr duymasa, yer duyar, gök duyar.
Yerin göğün sahibi duyar!
Bazı yaralara şifa istemez insan.
Çünkü o yara olmasa, olamaz insan;
Bu faniliklerde hepten kaybolur!
O yara bir şekilde,
Bir yerinden hayata tutunma sebebimizdir.
O yara bir şekilde,
Şekilsiz, zamansız, mekânsız
Sevmeyi tadışımızdır.
Bazı yaralar, hep yâr arar!
https://www.youtube.com/watch?v=Pj8p59no2Fw&feature=youtu.be
Oku müezzin selanı!
https://www.youtube.com/watch?v=zJjdTOcpfaM
Oku müezzin selanı!
Issız ağlayan Kâbemize!
Mahzun hıçkıran Ravzamıza!
Giden cumalarımıza!
Garip kalmış camilerimize!
Oku müezzin selanı!
Kurumuş göz pınarlarımıza!
Oku ölmüş ruhlarımıza!
Oku müezzin oku!
9 Nisan 2020 Perşembe
Hamam böceği teorisi
Hamam böceği teorisi:
Restoranın birinde bir gün aniden bir hamam böceği belirdi ve orada bulunan bir kadının üzerine çıktı.
Kadın korkudan çığlık atmaya başladı.
Paniklemiş yüzü ve titreyen sesiyle, can havliyle hamam böceğini üzerinden elleriyle atmaya çalışırken zıplamaya başladı.
Onun bu tepkisi bulaşıcı olmuştu, bulunduğu gruptaki diğer insanlar da paniklemişti.
Kadın sonunda hamam böceğini üzerinden atmayı başardı derken… başka bir kadının üzerine düştü hamam böceği.
Şimdi aynı şeyleri yaşamak için sıra gruptaki diğer bir kadındaydı.
Garson hemen imdatlarına koştu.
Bu nöbet değişiminde, bu sefer de hamam böceği garsonun üzerine düştü.
Garson dimdik durdu, kendini toparladı ve gömleğindeki hamamböceğinin davranışlarını gözlemledi.
Kendine yeterince güvendiğini hissettiğinde, hamam böceğini parmaklarıyla tutarak, restorandan dışarı attı.
Kahvemi yudumlayıp, curcunayı izlerken, beynimdeki anten birkaç fikir yakaladı ve merak etmeye başladı, kadınların bu tiyatral, abartılı hareketlerinden hamamböceği mi sorumluydu?
Eğer öyleyse, neden garson rahatsız olmadı?
Durumu mükemmel yakın bir şekilde, hiçbir kargaşa çıkarmadan halletti.
Buna neden olan hamam böceği değildi, hamam böceğinin sebep olduğu rahatsızlığı o kadınların giderebilecek kabiliyette olmamasıydı, onları bu denli rahatsız eden buydu.
Farkettim ki, babamın, karımın veya patronumun bağırması değildi beni rahatsız eden, bana bağırmalarıyla hissettiğim rahatsızlıkla başa çıkamamamdı.
Yoldaki trafik değildi beni rahatsız eden, trafik sıkışıklığıyla oluşan sıkıntılı durumu halledemeyecek olmamdı.
Hayatımdaki kargaşayı yaratan şey, problemin kendisinden çok benim ona verdiğim tepkiydi.
Hikayeden çıkarılan dersler:
Anladım ki, hayatta olaylara tepki vermemeliyim.
Onun yerine, olaylara cevap vermeliyim.
Kadınlar hamam böceğine tepki verirken, garson ise cevap verdi.
Tepkiler içgüdüsel olarak gösterilen şeylerden, cevaplar etraflıca düşünülerek oluşturulmuş şeylerdir.
HAYATI anlamanın güzel bir yolu.
MUTLU olan biri, hayatındaki her şey yolunda olduğu için mutlu değildir.
MUTLU olmasının sebebi, hayatındaki olaylara karşı tutumunun doğru olmasıdır.
Google’ın CEO’su Sundar Pichai
Restoranın birinde bir gün aniden bir hamam böceği belirdi ve orada bulunan bir kadının üzerine çıktı.
Kadın korkudan çığlık atmaya başladı.
Paniklemiş yüzü ve titreyen sesiyle, can havliyle hamam böceğini üzerinden elleriyle atmaya çalışırken zıplamaya başladı.
Onun bu tepkisi bulaşıcı olmuştu, bulunduğu gruptaki diğer insanlar da paniklemişti.
Kadın sonunda hamam böceğini üzerinden atmayı başardı derken… başka bir kadının üzerine düştü hamam böceği.
Şimdi aynı şeyleri yaşamak için sıra gruptaki diğer bir kadındaydı.
Garson hemen imdatlarına koştu.
Bu nöbet değişiminde, bu sefer de hamam böceği garsonun üzerine düştü.
Garson dimdik durdu, kendini toparladı ve gömleğindeki hamamböceğinin davranışlarını gözlemledi.
Kendine yeterince güvendiğini hissettiğinde, hamam böceğini parmaklarıyla tutarak, restorandan dışarı attı.
Kahvemi yudumlayıp, curcunayı izlerken, beynimdeki anten birkaç fikir yakaladı ve merak etmeye başladı, kadınların bu tiyatral, abartılı hareketlerinden hamamböceği mi sorumluydu?
Eğer öyleyse, neden garson rahatsız olmadı?
Durumu mükemmel yakın bir şekilde, hiçbir kargaşa çıkarmadan halletti.
Buna neden olan hamam böceği değildi, hamam böceğinin sebep olduğu rahatsızlığı o kadınların giderebilecek kabiliyette olmamasıydı, onları bu denli rahatsız eden buydu.
Farkettim ki, babamın, karımın veya patronumun bağırması değildi beni rahatsız eden, bana bağırmalarıyla hissettiğim rahatsızlıkla başa çıkamamamdı.
Yoldaki trafik değildi beni rahatsız eden, trafik sıkışıklığıyla oluşan sıkıntılı durumu halledemeyecek olmamdı.
Hayatımdaki kargaşayı yaratan şey, problemin kendisinden çok benim ona verdiğim tepkiydi.
Hikayeden çıkarılan dersler:
Anladım ki, hayatta olaylara tepki vermemeliyim.
Onun yerine, olaylara cevap vermeliyim.
Kadınlar hamam böceğine tepki verirken, garson ise cevap verdi.
Tepkiler içgüdüsel olarak gösterilen şeylerden, cevaplar etraflıca düşünülerek oluşturulmuş şeylerdir.
HAYATI anlamanın güzel bir yolu.
MUTLU olan biri, hayatındaki her şey yolunda olduğu için mutlu değildir.
MUTLU olmasının sebebi, hayatındaki olaylara karşı tutumunun doğru olmasıdır.
Google’ın CEO’su Sundar Pichai
7 Nisan 2020 Salı
Sanki Titanik orkestrası gibiyiz!
1912'lerin 3 bin yolcu kapasiteli devasa RMS Titanic gemisi tam da içinde bulunduğumuz Nisan ayında, gece yarısı buz dağına çarparak, saatler içinde 1500 yolcusu ile sulara gömülmüştü.
''Tanrı bile batıramaz!'' diye kibirle böbürlendikleri geminin kısa sürede batışı bize Kur'anın haber verdiği, Nuh, Ad, Semud, Lut, Fir'avn, Nemrud gibi kavimlerin kibir, inat ve meydan okumaları sebebi ile helak oluşlarını hatırlatır.
Korona virüsü de tüm gezegenimize, fert fert, ülke ülke bir şeyler söylüyor, uyarıp ikaz ediyor. Tabi kulak ve gözler sadece başların üzerinde bulunmuyor. Kalplerde olanlar sağır ve körse bu ikazlardan ders alıp kendisine çeki-düzen vermeyi başaramıyor!
Virüs, ölümün biraz daha görünür şekli demiştim. Çocukluğumuzda bir türkü vardı:
''Çoban annen ölmüş bıraksana kavalı
Vah zavallı niçin ölmüş, ben bırakmam kavalı.'' Oyun gibi bir şeydi galiba.
Dünya hayatı bir oyun, eğlence, aldanış nasılsa.
Yazıma niçin Titanik ile girdim?
Filmini izleyenler bilir. Orada bir orkestra var ve gemi batarken hiç ara vermeden çalmaya ve içmeye devam ediyorlar!
Filikalar az olduğu için, herkes binip boğulmaktan kurtulamayacağı için, onlar da el açıp tövbe ederek ölelim demek yerine, içkinin dibine, notaların dipsizliğine abanıyorlardı. Öylece çalarak, içerek trajik bir şekilde ölüme gitmişlerdi!
Görüyorsunuz, son derece gelişmiş, medeni(!) batı, bu virüs sebebi ile birbirlerinin maske gibi basit tıbbi malzemelerini gasp ediyor, biz Müslümanlara yaptıkları haksızlıkları, hukuksuzlukları, hırsızlıkları -genlerinde olduğu için- şimdi birbirlerine uygulamaktan ne utanıyor, ne de çekiniyorlar!
Sömürü ve savaş gücüne odaklandıkları için, huzur evlerinde unuttukları yaşlıları topluca aç susuz ölüyor, hastanelerin dar koridorlarında yerlerde sürünüyor bu hastalığı kapan kendi vatandaşları. Tam bir handikap, kaos,panik! Sanki mahşer yeri ve herkes kendini cehenneme düşmekten kurtarma derdinde!
''Allah insanı kibrinden, iddiasından vurur!'' ve
''Allah imhal eder ama ihmal etmez!''
Dünyalılar olarak halimizi dünya sarhoşluğu şerefine içen ve orkestra çalmaya, hala eğlence derdinde devam eden Titanik yolcularına benzetiyorum! (İbret alıp halini, gidişatını düzeltenler mevzu dışı.)
İnşallah erişeceğimiz Allah'ın keremi ile bağışlama fırsatı sunduğu mübarek Berat/ kader gecesinde, duası makbul kullar arasına karışırız da, hem bu korona virüsü musibeti üzerimizden kalkar, hem de dünya sarhoşluğu... Ne de olsa bizim gemimiz de anbean su almakta!
Dualarda buluşalım.
6 Nisan 2020 Pazartesi
5 Nisan 2020 Pazar
Beklerim
Göz yaşlarımla suladığım,
İçimde büyüyen bir melâl ağacısın.
Ruhum sana muhacir,
Bedenimse fitnelerden yorgun hayattan bizar.
Akrebe yetişme çabası yok yelkovanımın!
Griden başka nasibi yok mudur solgun bahtımın?
Şirazesi kaçmış günlerin ismi değişse de,
Rengi hep sensin.
Onların yangını aşktan,
Benimki pişmanlıktan..!
Yine de yokluğuna -ki yok oluşumdur- razı değil gönül.
Bir damla ıtırın izine yuvalanır ömür...
Hayallerimde, rüyalarımda ararım seni,
Hasreti d/okuyan şiirlerde, türkülerde özlerim seni.
İzine döktüğüm bu kaçıncı damla,
Biter de filizlenir diye beklerim bir gün...
4 Nisan 2020 Cumartesi
WİFİ ÖLÜMÜ
Aşağıdaki makale şu açıdan ilgimi çekti. Bir teorim vardı yıllar önce, an gelecek adamlar kendi ülkelerinin halklarının WIFI ağını geçici olarak kesecek, kalan ülkelerdeki insanlara bir frekans gönderip öldürecek ve ülkeleri hasarsız ele geçirecekller diye...Bu o teorimin bilimsel kanıtı oldu. Siz siz olun yatmadan önce mutlaka WIFI bağlantınızın fişini çekin ve telefonu tamamen kapamak mümkün değilse, yatak odanızdan en uzak odaya atın! Yaşadığınız apartman sakinlerini de bu konuda uyarın, bilinçlendirin. Zira onların WİFİ ağları da sizi kuşatmış durumda!
Wi-Fi (İngilizce: Wireless Fidelity, Türkçe: Kablosuz Bağlantı Alanı) kişisel bilgisayar, video oyunu konsolları, dijital ses oynatıcıları ve akıllı telefonlar gibi cihazların kablosuz olarak birbirlerine bağlanmasını sağlayan teknolojidir.
''60Ghz'de 5G, oksijen molekülü ile rezonansa girer ve oksijene, insan vücudu için çok daha az kullanılabilir olmasını sağlayan ters bir polarite verir. Yüksek konsantrasyonlarda 5G kullanımı, sokak seviyesinde insanların boğulmasını sağlar. Ve daha düşük dozlarda, bu düşük oksijen alımı ile griple aynı semptomlar olan grip benzeri semptomlar alırsınız. Ancak 5G'nin öldürme şekli çok daha ilginç.
Vücudumuzun içinde bizi besleyen trilyonlarca parazit organizma vardır ve bazıları birçok yararlı işlev yaparak yaşamamıza yardımcı olduğunu söylüyor. Ancak bu bakteriler, mantarlar ve parazitler herhangi bir WIFI mikrodalga radyasyonuna maruz kaldıklarında zarar görürler ve kendilerini savunmada toksinler üretmeye başlarlar. Bu organizmalar hayatta kalmalarını sağlamak için hızla üremeye başlarlar. Ve böylece hızlı bir şekilde üreyen ve toksinler salgılayan WIFI mikrodalga radyasyonlarının saldırısı altında bu iç parazit organizmalarından grip benzeri semptomlar alıyoruz. İnsanların biyo-silahlı koronavirüs almadığı gerçek hastalık budur.
2G'nin kendisine atanan on mikrodalga frekansı vardır, 3G'nin de on vardır, 4G'nin bazı çakışmalarla beş frekansı vardır, ancak 5G'nin FCC tarafından atanan 3000 mikrodalga frekansı vardır. Neden bu kadar çok? Yani 5G gerçekten 5G değil 297G olarak adlandırılmalıdır. Çin, Kore, İtalya, İran ve kruvaziyer gemilerindeki bu 5G'nin piyasaya sürülmesiyle dünyadaki en büyük 5G kullanım konsantrasyonlarına ve en büyük hastalık ve ölüm konsantrasyonlarına sahibiz. İç parazitlerimiz bir madendeki kanaryalar gibidir ve bu 5G kullanımından hızla öldürülmektedir. Bu çok hızlı olduğunda, vücut artan toksinlerden kurtulamaz ve konakçı (siz) toksemiden ölür. İnsan hücrelerimiz birbirine bağlı ve çok daha güçlü bir birliktelik oluşturuyor, ancak içimizdeki birçok parazitik konakçımız içimizde çok daha izole ve bu WIFI mikrodalga radyasyonlarına karşı çok daha savunmasız. Hızla çoğaltarak ve zarardan korumak için toksinler yaparak hayatta kalmaya çalışırlar, ancak faydası yoktur ve 5G ile ölürler. Ve hızlı ölümleri ile vücudumuz (en azından yaşlı ve daha az sağlıklı insan) toksinler tarafından çok hızlı bir şekilde bunalır ve 5G'den düşük oksijen alımının ve aynı zamanda büyük aşırı popülasyondan kaynaklanan kombine etkilerinden ölür ve daha sonra içten ölür. ezici toksemi oluşturan mikropların ve parazitlerin biyokütlesi.
Çinliler Wuhan'daki insanları kilitlediklerinde yeni 5G telefonlarına ve internet bağlantılarına döndüler ve böylece şehir çok daha fazla 5G WIFI radyasyonuyla dolup taştı ve çok daha fazla insan hastalandı ve öldü. Birçok insan, daha önce hiç hastalığı olmayan oksijen eksikliğinden sokak seviyesinde anında hastalandı. Büyük 5G 60Ghz mikrodalga radyasyon bulutu, havadaki oksijenin hayatta kalmak için kritik seviyelerin altına düşmesine neden oldu.
Dün tüm Asya 5G'lerini kapattı ve iletişim kurmak için sadece 3G ve 4G sistemlerini bıraktı, böylece 5G'nin hastalıkların gerçek nedeni olduğunu biliyorlar.
Bu yüzden akıllı telefonlarınızı kapatın veya kendinize ve diğer herkese radyasyon maruziyetini azaltmak için bunları kullanmanız gerekene kadar bir alüminyum torbaya koyun.
Başkalarını korumak için ellerinizi yıkamak yerine yapmanız gereken gerçek şey budur.
Ve eğer yaşlılarınızı ve büyük ebeveynlerinizi iyileştirirseniz, onları özellikle hastanelerde etrafımızdaki WIFI sinyalleri ile sürekli ışınlanmayacakları bir Faraday kafesine koyun. Daha sonra, toksemi vücutlarından temizlendikçe hasta vücutları zamanla iyileşebilir.
Tüm 150 artı makalelerim izinsiz herhangi bir yere yeniden basılabilir ve çevrilebilir.
J.E. Joe Ante''
Wi-Fi (İngilizce: Wireless Fidelity, Türkçe: Kablosuz Bağlantı Alanı) kişisel bilgisayar, video oyunu konsolları, dijital ses oynatıcıları ve akıllı telefonlar gibi cihazların kablosuz olarak birbirlerine bağlanmasını sağlayan teknolojidir.
''60Ghz'de 5G, oksijen molekülü ile rezonansa girer ve oksijene, insan vücudu için çok daha az kullanılabilir olmasını sağlayan ters bir polarite verir. Yüksek konsantrasyonlarda 5G kullanımı, sokak seviyesinde insanların boğulmasını sağlar. Ve daha düşük dozlarda, bu düşük oksijen alımı ile griple aynı semptomlar olan grip benzeri semptomlar alırsınız. Ancak 5G'nin öldürme şekli çok daha ilginç.
Vücudumuzun içinde bizi besleyen trilyonlarca parazit organizma vardır ve bazıları birçok yararlı işlev yaparak yaşamamıza yardımcı olduğunu söylüyor. Ancak bu bakteriler, mantarlar ve parazitler herhangi bir WIFI mikrodalga radyasyonuna maruz kaldıklarında zarar görürler ve kendilerini savunmada toksinler üretmeye başlarlar. Bu organizmalar hayatta kalmalarını sağlamak için hızla üremeye başlarlar. Ve böylece hızlı bir şekilde üreyen ve toksinler salgılayan WIFI mikrodalga radyasyonlarının saldırısı altında bu iç parazit organizmalarından grip benzeri semptomlar alıyoruz. İnsanların biyo-silahlı koronavirüs almadığı gerçek hastalık budur.
2G'nin kendisine atanan on mikrodalga frekansı vardır, 3G'nin de on vardır, 4G'nin bazı çakışmalarla beş frekansı vardır, ancak 5G'nin FCC tarafından atanan 3000 mikrodalga frekansı vardır. Neden bu kadar çok? Yani 5G gerçekten 5G değil 297G olarak adlandırılmalıdır. Çin, Kore, İtalya, İran ve kruvaziyer gemilerindeki bu 5G'nin piyasaya sürülmesiyle dünyadaki en büyük 5G kullanım konsantrasyonlarına ve en büyük hastalık ve ölüm konsantrasyonlarına sahibiz. İç parazitlerimiz bir madendeki kanaryalar gibidir ve bu 5G kullanımından hızla öldürülmektedir. Bu çok hızlı olduğunda, vücut artan toksinlerden kurtulamaz ve konakçı (siz) toksemiden ölür. İnsan hücrelerimiz birbirine bağlı ve çok daha güçlü bir birliktelik oluşturuyor, ancak içimizdeki birçok parazitik konakçımız içimizde çok daha izole ve bu WIFI mikrodalga radyasyonlarına karşı çok daha savunmasız. Hızla çoğaltarak ve zarardan korumak için toksinler yaparak hayatta kalmaya çalışırlar, ancak faydası yoktur ve 5G ile ölürler. Ve hızlı ölümleri ile vücudumuz (en azından yaşlı ve daha az sağlıklı insan) toksinler tarafından çok hızlı bir şekilde bunalır ve 5G'den düşük oksijen alımının ve aynı zamanda büyük aşırı popülasyondan kaynaklanan kombine etkilerinden ölür ve daha sonra içten ölür. ezici toksemi oluşturan mikropların ve parazitlerin biyokütlesi.
Çinliler Wuhan'daki insanları kilitlediklerinde yeni 5G telefonlarına ve internet bağlantılarına döndüler ve böylece şehir çok daha fazla 5G WIFI radyasyonuyla dolup taştı ve çok daha fazla insan hastalandı ve öldü. Birçok insan, daha önce hiç hastalığı olmayan oksijen eksikliğinden sokak seviyesinde anında hastalandı. Büyük 5G 60Ghz mikrodalga radyasyon bulutu, havadaki oksijenin hayatta kalmak için kritik seviyelerin altına düşmesine neden oldu.
Dün tüm Asya 5G'lerini kapattı ve iletişim kurmak için sadece 3G ve 4G sistemlerini bıraktı, böylece 5G'nin hastalıkların gerçek nedeni olduğunu biliyorlar.
Bu yüzden akıllı telefonlarınızı kapatın veya kendinize ve diğer herkese radyasyon maruziyetini azaltmak için bunları kullanmanız gerekene kadar bir alüminyum torbaya koyun.
Başkalarını korumak için ellerinizi yıkamak yerine yapmanız gereken gerçek şey budur.
Ve eğer yaşlılarınızı ve büyük ebeveynlerinizi iyileştirirseniz, onları özellikle hastanelerde etrafımızdaki WIFI sinyalleri ile sürekli ışınlanmayacakları bir Faraday kafesine koyun. Daha sonra, toksemi vücutlarından temizlendikçe hasta vücutları zamanla iyileşebilir.
Tüm 150 artı makalelerim izinsiz herhangi bir yere yeniden basılabilir ve çevrilebilir.
J.E. Joe Ante''
3 Nisan 2020 Cuma
Hey görmüyor musun?
Çocukça gülüşlerimiz de,
Giden günlerin ardında kaldı.
Hey!
Görmüyor musun?
Anılar,
Çoğalamadan eskiyor!
Çocukluğumuz bitti,
Bunu biliyorduk da,
Gülüşlerimiz eziliyor!
Hiç bir zaman hiç bir şey
142 sayfalık ve Tuncer'in gazete makalelerinden oluşan güzel bir kitap. Sizler için aşağıdaki makalesini seçtim. Yerinde teşhis ve tespitler var. Tekrar tekrar okunası, düşünülesi. Yıllardır söylediğim şeyin ifadesi bir paragrafı özellikle kalın harflerle belirttim.
''Kaç yanlış bir doğru etmez?
Birisi bir soru soruyor, diğeri bir cevap veriyor, öteki bu cevaptan hareketle İslam’a olan kinini kusuyor, beriki de dava açıyor. Güler misin ağlar mısın? Hepsi yanlış! Yanlışın yanlışla düzeltilemeyeceğinin farkında olmadığı için bu yanlışa ortak olan herkese bir çift laf söylemek doğru mudur bilmiyorum ama söyleyeceğim.
Soruyu soranlardan başlayalım. Birkaç kitap karıştırarak cevabını kolaylıkla bulabileceğimiz ilmihal seviyesindeki soruları bir başkasına sormaya bayılıyoruz çünkü tembeliz. Din İşleri Yüksek Kurulu, filan Ramazan hocası, falan ilmine itimat ettiğimiz hoca dururken kitap karıştırmak zor geliyor. A benim okulunu bitirmek için onlarca kitabı deviren, arkadaş ortamında entelektüel profilime zeval gelmesin diye roman özetleri okuyan, güzel yemek yapabilmek için mutfağını yemek kitaplarıyla dolduran, gönül çelebilmek için romantik şiirler ezberleyen kardeşim! İki cihanda da sana saadeti getireceğine iman ettiğin dininin, hiç olmazsa ilmihal seviyesinde bilgisine sahip olmak çok mu zor?
Belli ki dindarsın, bu meselelerde belirli bir hassasiyetin var. Asansörü kafana takacak kadar muzdaripsen; ya nazar ber kademin ne olduğundan haberdar olacak kadar kafan çalışsın yahut merdiven yürüyecek kadar ayakların. Olmaz mı? Mesele battaniyeye kadar uzadıysa az çay içmekle filan şifa bulamazsın; ya evlen ya oruç tut ya kimlerle beraber vakit geçirdiğine dikkat et ya bakışlarını haramdan muhafaza et, ne bileyim ben.
Cevap verenler de bir âlem. Hocalarımız neyin bilgisine sahip olmaları gerektiğini bildikleri kadar, neyi, nerede, kime, nasıl söylemeleri gerektiğinin de bilgisine sahip olsalar keşke. Sosyal medyanın ne işe yaradığını bildiği için bilmem kaç dilde yayın yapan hesap açan hocalarımız, aynı mecranın nasıl bir fitne odağı haline gelebildiğinin de idrakine varsalar da cümlelerini biraz daha ihtimamla kursalar. Bilmedikleri konularda söz söylemenin ayıp bir şey olduğunu bilseler, bildikleri her şeyi söylemenin gereksiz bir şey olduğunu bilseler, bilinebileceklerin bildiklerinden ibaret olmadığını bilseler, kendisi gibi düşünmeyenlerin de doğru bildiği bir şeyler olabileceğini bilseler, bir meselede birden fazla doğru olmayacağını iddia etmenin yanlış olduğunu bilseler, bilmek dediğin şeyin bilmekle bitmediğini bilseler... Neyi söyledikleri kadar nasıl söylediklerinin de ehemmiyeti olduğunu fark etseler, üç kişilik bir sohbette ifade edilenin üç bin kişilik bir mecliste ayniyle dile getirilmemesi gerektiğinden haberleri olsa, kendi aralarında münazara edilecek ihtisas gerektiren mevzuları bütün bir milletin gözü önünde tartışmamaları gerektiğini anlasalar...
Bir kaç sene evvel Nurettin Yıldız, Enderun teravihini eleştireceğim diye padişahların hayatından Itrî’ye kadar uzanan silsilede yanlışlarla dolu bir konuşma yapınca eyvah demiştim. İbadeti ruhundan ve özünden kopararak bir musiki ritüeline çevirmek ne kadar yanlışsa bu hususta ifrat edenlerin halini kınamak için yalan yanlış bilgilerle tasavvurumuzun teravihe denk düşen bedii hususiyetini -hem de o cümlelerle- hiçe saymak en az o kadar çirkin ve ifrattı zira. Bazı başka isimlerin de zikredildiği bir sohbette bu gidişin hayra alamet olmadığını konuşurken arkadaşlarla kurduğumuz son cümle şu idi: İrfansız ilim sahiplerinin İslam’a verdiği zarar, ilimsiz cühelânın verebileceğinden çok daha fazla! O gün hocanın ifadesinden dolayı kahrolmuştuk, bugün hocanın düştüğü durumdan dolayı kahrolmak yine bize düştü.
İslam mahzun, İslam garip, İslam masum. Bildiğini iddia eden konuşunca da fatura İslam’a kesiliyor, bilmeyen konuşunca da. Bilmeyen dine dair bir şey söyleyince gülüp geçmek kolay, bildiğine vehmedilen söyleyince öyle mi ya? Bir başka hocamız Hz. Peygamber’in kabir haline dair bir rivayeti üstüne basa basa kaynak vererek anlatıyor sohbetinde, ortalık yine karışıyor. O bahsedilen
meseleyi bilmenin dinleyenlere sağlayacağı bir fayda da yok, bilmemenin vereceği bir zarar da ama müptezellerin keyifle ellerini ovuşturduğu büyük bir fitne kapısı daha aralanıyor böylelikle. Ah be hocam diyorum, niçin anlatırsınız böyle şeyleri? Âlim aklına gelen her şeyi anlatan değil, muhatabının ihtiyacı olanı, üslubunca, gerektiği zaman ve olması gerektiği kadar ifade eden kişi değil mi?
Âlimin bir heybeti, vakarı, mürüvveti olmalı yahu. Giydiği kıyafetten sesinin tonuna, üslubundan yürüyüşüne, tevazuundan edebine kadar her bir halinde seyredilecek bir vakar ve mürüvvet... Gel gör ki bilmekle değil, bildiğinle amel etmekle ele geçiyor bu hasletler. İsimlerden bağımsız, her birimiz teraziye kendimizi çıkararak bir İhsan Fazlıoğlu cümlesiyle tefekkür edelim mevzuu: “Temessül etmediğin bir değerin temsiline soyunma çünkü bu hâl seni hem riyâkâr kılar hem de maskara yapar. Sözle savunduğun ama halle temsil etmediğin değeri de insanlar nezdinde itibarsızlaştırır.” Ah ki ah! Müslümanı, görenlerin kendisi gibi olmak isteyeceği kişidir diye tarif edermiş kudemâ. Şimdilerde ise İslam’ın hocaların anlattığı gibi olmadığını ifade için şerh düşmek zorunda kalıyor hocalar. Elimizi açıp dua edeceğiz neredeyse: Kâfirler dinine bir zarar veremez yâ Rabbi ama ne olur İslam’ı Müslümanlardan muhafaza eyle!
Bu tür meselelerde dine ve dindarlara saldıran güruhu kabaca ikiye ayırmak mümkün: Dinin ne olduğunu gâvur gibi bilmesine rağmen bahaneyi bulunca yüklenenler ve cehaletinden dolayı sapla samanı birbirine karıştırarak yalan yanlış zırvalayanlar. Birinci kısımdakileri Allah ıslah etsin; ikinciler de şayet bu konularda kalem oynatacaklarsa oturup iki kitap okusunlar, zira komik oluyorlar. Bunların kafasında kendilerince bir din tarifi var, Mevlana’yı Yunus’u seviyorlar ama tarikata düşmanlar. Kim din adına yadırganacak bir cümle kursa başlıyorlar bağırmaya: “Bu tarikatlar hep böyle, devlet tiz bir şeyler yapsın, nerede bu Diyanet?” Yahu arkadaşım bir sakin ol önce. Söylediği laflardan dolayı tarikatlar kapansın dediğin adam tarikatların kapanmasını senden çok istiyor. Sen Mevlana’yı seviyorsun hiç olmazsa, bunlar daha oraya gelemedi, az bir dur durduğun yerde.
Bu meseleler nasıl hallolur, bunu saatlerce konuşabiliriz. Nasıl hallolmaz, cevabı tek cümlede: Savcılık marifetiyle.
Sözün hülasası, zaman değişti. Değişirken bir şeyleri alıp götürdü bizden ve yerine bir başka şeyler getirdi. Ne götürdüklerine mani olabildik ne de getirdikleriyle nasıl başa çıkabileceğimize dair net bir teklif ortaya koyabildik. Bizim büyük meselemiz filan hocanın falan soruya verdiği cevabın doğruluğu, yanlışlığı, üslubundan ziyade bu değişime, değişimle birlikte giden ve gelene karşı Müslümanca bir duruş ortaya koyamamamızdır. Zira bu işi başarabilmiş olsaydık, ne öyle bir soru sorulacak ne böyle bir cevap verilecek ne de İslam’a laf etmek için bahane arayan nasipsizlere böylelikle gün doğacaktı.
O duruş ve teklifi net bir şekilde ortaya koymaya mecburuz ancak, birilerinin hevesle beklediği gibi icma-i ümmet ve kıyas-ı fukaha’yı seküler endişelere kurban ederek değil; çağı doğru okurken edille-i şer’iyeden zerre taviz vermeden ortaya koymaya!...''
Serdar Tuncer
''Kaç yanlış bir doğru etmez?
Birisi bir soru soruyor, diğeri bir cevap veriyor, öteki bu cevaptan hareketle İslam’a olan kinini kusuyor, beriki de dava açıyor. Güler misin ağlar mısın? Hepsi yanlış! Yanlışın yanlışla düzeltilemeyeceğinin farkında olmadığı için bu yanlışa ortak olan herkese bir çift laf söylemek doğru mudur bilmiyorum ama söyleyeceğim.
Soruyu soranlardan başlayalım. Birkaç kitap karıştırarak cevabını kolaylıkla bulabileceğimiz ilmihal seviyesindeki soruları bir başkasına sormaya bayılıyoruz çünkü tembeliz. Din İşleri Yüksek Kurulu, filan Ramazan hocası, falan ilmine itimat ettiğimiz hoca dururken kitap karıştırmak zor geliyor. A benim okulunu bitirmek için onlarca kitabı deviren, arkadaş ortamında entelektüel profilime zeval gelmesin diye roman özetleri okuyan, güzel yemek yapabilmek için mutfağını yemek kitaplarıyla dolduran, gönül çelebilmek için romantik şiirler ezberleyen kardeşim! İki cihanda da sana saadeti getireceğine iman ettiğin dininin, hiç olmazsa ilmihal seviyesinde bilgisine sahip olmak çok mu zor?
Belli ki dindarsın, bu meselelerde belirli bir hassasiyetin var. Asansörü kafana takacak kadar muzdaripsen; ya nazar ber kademin ne olduğundan haberdar olacak kadar kafan çalışsın yahut merdiven yürüyecek kadar ayakların. Olmaz mı? Mesele battaniyeye kadar uzadıysa az çay içmekle filan şifa bulamazsın; ya evlen ya oruç tut ya kimlerle beraber vakit geçirdiğine dikkat et ya bakışlarını haramdan muhafaza et, ne bileyim ben.
Cevap verenler de bir âlem. Hocalarımız neyin bilgisine sahip olmaları gerektiğini bildikleri kadar, neyi, nerede, kime, nasıl söylemeleri gerektiğinin de bilgisine sahip olsalar keşke. Sosyal medyanın ne işe yaradığını bildiği için bilmem kaç dilde yayın yapan hesap açan hocalarımız, aynı mecranın nasıl bir fitne odağı haline gelebildiğinin de idrakine varsalar da cümlelerini biraz daha ihtimamla kursalar. Bilmedikleri konularda söz söylemenin ayıp bir şey olduğunu bilseler, bildikleri her şeyi söylemenin gereksiz bir şey olduğunu bilseler, bilinebileceklerin bildiklerinden ibaret olmadığını bilseler, kendisi gibi düşünmeyenlerin de doğru bildiği bir şeyler olabileceğini bilseler, bir meselede birden fazla doğru olmayacağını iddia etmenin yanlış olduğunu bilseler, bilmek dediğin şeyin bilmekle bitmediğini bilseler... Neyi söyledikleri kadar nasıl söylediklerinin de ehemmiyeti olduğunu fark etseler, üç kişilik bir sohbette ifade edilenin üç bin kişilik bir mecliste ayniyle dile getirilmemesi gerektiğinden haberleri olsa, kendi aralarında münazara edilecek ihtisas gerektiren mevzuları bütün bir milletin gözü önünde tartışmamaları gerektiğini anlasalar...
Bir kaç sene evvel Nurettin Yıldız, Enderun teravihini eleştireceğim diye padişahların hayatından Itrî’ye kadar uzanan silsilede yanlışlarla dolu bir konuşma yapınca eyvah demiştim. İbadeti ruhundan ve özünden kopararak bir musiki ritüeline çevirmek ne kadar yanlışsa bu hususta ifrat edenlerin halini kınamak için yalan yanlış bilgilerle tasavvurumuzun teravihe denk düşen bedii hususiyetini -hem de o cümlelerle- hiçe saymak en az o kadar çirkin ve ifrattı zira. Bazı başka isimlerin de zikredildiği bir sohbette bu gidişin hayra alamet olmadığını konuşurken arkadaşlarla kurduğumuz son cümle şu idi: İrfansız ilim sahiplerinin İslam’a verdiği zarar, ilimsiz cühelânın verebileceğinden çok daha fazla! O gün hocanın ifadesinden dolayı kahrolmuştuk, bugün hocanın düştüğü durumdan dolayı kahrolmak yine bize düştü.
İslam mahzun, İslam garip, İslam masum. Bildiğini iddia eden konuşunca da fatura İslam’a kesiliyor, bilmeyen konuşunca da. Bilmeyen dine dair bir şey söyleyince gülüp geçmek kolay, bildiğine vehmedilen söyleyince öyle mi ya? Bir başka hocamız Hz. Peygamber’in kabir haline dair bir rivayeti üstüne basa basa kaynak vererek anlatıyor sohbetinde, ortalık yine karışıyor. O bahsedilen
meseleyi bilmenin dinleyenlere sağlayacağı bir fayda da yok, bilmemenin vereceği bir zarar da ama müptezellerin keyifle ellerini ovuşturduğu büyük bir fitne kapısı daha aralanıyor böylelikle. Ah be hocam diyorum, niçin anlatırsınız böyle şeyleri? Âlim aklına gelen her şeyi anlatan değil, muhatabının ihtiyacı olanı, üslubunca, gerektiği zaman ve olması gerektiği kadar ifade eden kişi değil mi?
Âlimin bir heybeti, vakarı, mürüvveti olmalı yahu. Giydiği kıyafetten sesinin tonuna, üslubundan yürüyüşüne, tevazuundan edebine kadar her bir halinde seyredilecek bir vakar ve mürüvvet... Gel gör ki bilmekle değil, bildiğinle amel etmekle ele geçiyor bu hasletler. İsimlerden bağımsız, her birimiz teraziye kendimizi çıkararak bir İhsan Fazlıoğlu cümlesiyle tefekkür edelim mevzuu: “Temessül etmediğin bir değerin temsiline soyunma çünkü bu hâl seni hem riyâkâr kılar hem de maskara yapar. Sözle savunduğun ama halle temsil etmediğin değeri de insanlar nezdinde itibarsızlaştırır.” Ah ki ah! Müslümanı, görenlerin kendisi gibi olmak isteyeceği kişidir diye tarif edermiş kudemâ. Şimdilerde ise İslam’ın hocaların anlattığı gibi olmadığını ifade için şerh düşmek zorunda kalıyor hocalar. Elimizi açıp dua edeceğiz neredeyse: Kâfirler dinine bir zarar veremez yâ Rabbi ama ne olur İslam’ı Müslümanlardan muhafaza eyle!
Bu tür meselelerde dine ve dindarlara saldıran güruhu kabaca ikiye ayırmak mümkün: Dinin ne olduğunu gâvur gibi bilmesine rağmen bahaneyi bulunca yüklenenler ve cehaletinden dolayı sapla samanı birbirine karıştırarak yalan yanlış zırvalayanlar. Birinci kısımdakileri Allah ıslah etsin; ikinciler de şayet bu konularda kalem oynatacaklarsa oturup iki kitap okusunlar, zira komik oluyorlar. Bunların kafasında kendilerince bir din tarifi var, Mevlana’yı Yunus’u seviyorlar ama tarikata düşmanlar. Kim din adına yadırganacak bir cümle kursa başlıyorlar bağırmaya: “Bu tarikatlar hep böyle, devlet tiz bir şeyler yapsın, nerede bu Diyanet?” Yahu arkadaşım bir sakin ol önce. Söylediği laflardan dolayı tarikatlar kapansın dediğin adam tarikatların kapanmasını senden çok istiyor. Sen Mevlana’yı seviyorsun hiç olmazsa, bunlar daha oraya gelemedi, az bir dur durduğun yerde.
Bu meseleler nasıl hallolur, bunu saatlerce konuşabiliriz. Nasıl hallolmaz, cevabı tek cümlede: Savcılık marifetiyle.
Sözün hülasası, zaman değişti. Değişirken bir şeyleri alıp götürdü bizden ve yerine bir başka şeyler getirdi. Ne götürdüklerine mani olabildik ne de getirdikleriyle nasıl başa çıkabileceğimize dair net bir teklif ortaya koyabildik. Bizim büyük meselemiz filan hocanın falan soruya verdiği cevabın doğruluğu, yanlışlığı, üslubundan ziyade bu değişime, değişimle birlikte giden ve gelene karşı Müslümanca bir duruş ortaya koyamamamızdır. Zira bu işi başarabilmiş olsaydık, ne öyle bir soru sorulacak ne böyle bir cevap verilecek ne de İslam’a laf etmek için bahane arayan nasipsizlere böylelikle gün doğacaktı.
O duruş ve teklifi net bir şekilde ortaya koymaya mecburuz ancak, birilerinin hevesle beklediği gibi icma-i ümmet ve kıyas-ı fukaha’yı seküler endişelere kurban ederek değil; çağı doğru okurken edille-i şer’iyeden zerre taviz vermeden ortaya koymaya!...''
Serdar Tuncer
1 Nisan 2020 Çarşamba
Korona'dan Kur'ana!
Tedbir mutlaka alınacak, bunu defalarca önceki yazılarımda belirttim. Başka bir paragraf açayım:
Aslında bir anlayıp kavrayabilsek, köprüden önceki son çıkışta bizlere son ilahi ikaz yapılıyor!
Elektronik eşya bile aldığınızda kullanma kılavuzunu göz ardı edemiyorsunuz. Neler garanti kapsamında, bunları öğreniyor,ona göre dikkat ediyor ve zamanı gelince servis yaptırmaya gayret ediyoruz.
İnsanı yeryüzüne gönderen ''güç'' yani Allah, bizlere, ''sizi yarattım, size lazım olan organları, gıdaları, hayatı verdim. Ne haliniz varsa, canınız nasıl isterse yaşayın. Güçlü zulüm edebilir, zayıf çalabilir!'' falan haşa demedi. Bilakis yaşama kılavuzumuz olarak ''içimizden bir peygamber '' aracılığı ile bir Kitap ve o Kitabı açıklayan (mübelliğ) ve hayatıyla uygulayan Sünneti gönderdi.
Selamların en güzeli O kutlu elçiye olsun, Onun nur halkasında en cahil bedevisine kadar hepsi Ona sordu, Ondan öğrendi, Onu örnek ve rehber aldılar. Ortaya Kitap, Sünnet ile birlikte İcma ve Kıyas çıktı. Yani insanoğluna lazım olacak ihtimaller de dahil her sorunun cevabı ve gidilecek yol,usul,metot tarif edildi.
Onlar yaşayarak, bize bu yolda nasıl gidileceğini göstermiş oldular. ''Ben cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım'' buyurdu Allah kitabında.
Artık varlığa gelişimizin sebebini hikmetini biliyoruz. Her yaratılanın ''her şeyin bir kaderle'' olduğunu da. Ecelin ezelde taktir edildiğini ve salise ileri geri oynamayacağını da biliyoruz.
''Ölümü ve hayatı ( dirilişi) yaratan'' dilemedikçe kimse ölemez! İntihar da dahil bunun binlerce örneklerini gördük, görmekteyiz. Uçak düşüyor da, ölmeyen ölmüyor. Adam kafasına sıkıyor ama ölmüyor. 5. kattan düşüyor burnu bile kanamıyor.
Sonuç olarak bu virüs Allah'ın bir mahluku. Binlerce insana bulaşsa da, ancak içlerinden vadesi dolanların ölüm sebebi oluyor. Bizatihi virüsün kendisinde öldürme ameliyesi olsa, bulaştığı her insanı öldürmesi gerekirdi. Mesela Hollanda'daki 101 yaşındaki kadın iyileşip taburcu olamazdı. Çünkü o kadının eceli 104 yaşında evinde yazılı (tabi bu 104 kısmını misal olarak verdiğimi anladınız.)
Karantina şartlarına riayet eden, tedbirleri ihmal etmeden ateşli salgın hastalıkların bugün adı ne olursa olsun hepsine İslam taun ya da veba demiştir ve Sevgili Peygamberimiz (sav) ''Tâun, her Müslüman için şehitliktir.'' buyurmuştur. (Buhari)
İsyan etmeden bu hastalıktan ölen Müslümanı güzel bir final beklemektedir. Çünkü ''İnanıyorsanız üstün/kazançlı olan sizsiniz.''
Elbette herkes için selametle ve gecinden temenni edilse de, ecel değişmez.
Bu Korona virüs gelmese sanki ölmeyecektik! Fark şu ki, ölümden gafil ölüyordu insanlık. Şimdi kurbanlık koç gibi hepimiz sıramızı bekler gibi, mahzun, moralsiz, tadı kaçmış yaşıyoruz.
İbret dolu bir sınava girdi yeryüzü, hem de ortak bir sorudan/dertten! İnşallah en azından ferdi planda dersimizi alır, sınavdan geçer not alırız.
Kaç asır sonra İspanya'da dedelerimizin yaşadığı yerlerde, caddeler, hasret kaldığı ezan sesi dinledi ve hiç bir gayri Müslim buna itiraz etmedi, medet umdu yumuşayan çaresiz kalpleri. Hatta hepsi bizim gibi topluca secdeye durdular.
Adı bile ilginç bu virüsün, arama motoruna sesli Korona dediğimde bir keresinde Kur'ana yazdı!
İnşallah Korona'dan Kur'ana, İslama olacak bu sınavın neticesi. ''Her şer görünen de bir hayır vardır. Her zorlukla birlikte bir kolaylık vardır.''
Korona, imansızı İslâma,
İmanlıyı Namaza,
Namazlıyı Takvaya...kısacası gezegenimizi Yaratanına Kulluğa çağırıyor!