29 Kasım 2015 Pazar

ben şimdi...?


İkindi ile akşam arası vakte doğan bir kelebektim.
Kanatlarımın takati an gelip tükenince,
En sevdiğim şeye de elveda derken, 
Bakakaldım bir yaprağın solmuşluğunun kıyısından aşka...
...
Ben şimdi böyle mi ölecektim...?


27 Kasım 2015 Cuma

Diyorsunuz ki...

Diyorsunuz ki; ''...eskisi gibi uzunca cum'a yazıları okuyamaz olduk.''

Malum,bu blog sanki hayatımdan kareler gibi. Dindar biri olmayı başarabilseydim, hele de takvalı,nurlu,ve dahi ilim sahibi biri,sanırım sürekli dini konularda yazabilirdim.


Hayatımın iniş-çıkışlarının fotoğrafı gibi burası. Med-cezirler diyarı.


Bu yüzden büyüklerin en önemli dualarından birisi : ''Allah'ım beni istikamet üzere eyle.'' şeklindedir. Salih bir yola girmek kadar, o yolda sürekli sürçmeden kalabilmek de çok önemlidir.


Bir de epeydir dini konularda bildiğim yerlerden soru gelmiyor. (Bu da bir başka bahane.)


Dini alanda bugüne kadar yazdıklarım konusunda çok şükür herhangi bir tereddüdüm yok.''En doğrusunu Allah bilir'' kaydı ile, kendimden uydurma cevaplar ya da konularım olmadı. Mutlaka temeli ve arka planı bir nakle,sahih bir ehl-i sünnet kaynağına dayanmaktadır.


Bunun dışında,bu alanda yazmak bir mevsim işi galiba...


Yani sizi ruh haliniz, İslami neş'eniz yerindeyse, manevi açıdan biraz parıltı varsa, o zaman konu bulmak da, yazmak da çok kolay oluyor.


*

Bu arada asıl gündem malum Rus ayısının buzullardan sıcak denizlere inme sevdasının neticesi olarak güneyimizde ayağımızın altında dolaşması ve Türkmen kardeşlerimize saldırması...
Savaş uçağını düşürmesek, göklerimizde istedikleri gibi cirit atıyorlar,yol geçen hanı oldu iktidar korkusundan bir şey yapamıyor denirdi. Doğrusu bu cesur bir eylemdi, sınırlarımızı korumak adına, ciddi ve kararlı bir ülke olduğumuzu dost düşman herkes bir kez daha görmüş oldu. İnşallah diplomasi ile bunu tırmandırmadan aşacağız gibi gözüküyor. 

Allah bu millete savaş ve zeval vermesin; ezilen,yerlerinden ve yurtlarından sürülen canlar için dualar ile,cum'amız mübarek kılsın.








22 Kasım 2015 Pazar

Ben hep çocuktum, çocuk öldüm!


Ben hep çocuktum,sen görmüyordun...
Elma şekerim gülüşlerindi, çikolatam sevişlerin.
Ben hep çocuktum, surat asman ölümden beterdi.
Seninle bir şeyler ters gitse,
Sessizce içimin en tenha odasında ağlardım.
Ben sende büyümek istemedim, yakardım.
Oyun parkım ol istedim,
Birlikte seksek oynayıp, ip atlayalım.
Çılgınlıklar bizden sorulsun.
Ama sen bir gün olsun görmedin, göremedin.
Büyümeden öldürdün o çocuğun sana olan sevgisini...
Ben hep çocuktum, çocuk öldüm...



20 Kasım 2015 Cuma

Mesnevi ile bereketli cum'alar...

Hz.Mevlana'yı (ks) hemen herkes,hepimiz çok severiz ama çoğumuzun evinde Mesnevi-i şerifi yoktur,olanların da çoğu okumamışlardır.

Hadi bugün üşenmeyelim Mesnevi'den kısacık bir bölüm okuyalım :

ŞEYTAN ADEM'E NEDEN SECDE ETMEDİ ?

Hakkın yaptıklarını da gör, bizim yaptıklarımızı da. Her ikisini de gör ve bizim yaptığımız işler olduğunu bil, zaten bu meydanda. Ortada halkın yaptığı işler yoksa, her şeyi Hak yapıyorsa, şu halde kimseye “bunu niye böyle yaptın” deme!

Allah’ın yaratması, bizim yaptığımız işleri meydana getirmektedir. Bizim işlerimiz Allah işinin eseridir.

Söz söyleyen kimse, ya harfleri görür, yahut manayı. Bir anda her ikisini birden nasıl görebilir? İnsan konuşurken manayı düşünür, onu kastederse harflerden gafildir. Hiçbir göz bir anda hem önünü hem ardını göremez. Şunu iyice bil! Önünü gördüğün zaman ardını nasıl görebilirsin?

Madem ki can, harfi manayı bir anda kavrayamıyor, nasıl olur da hem işi yapar, hem o iş yapma kudretini yaratır? Ey oğul! Allah, her şeye muhittir. Bir işi yapması, o anda diğer bir işi yapmasına mani olamaz.

Şeytan, “Bima ağveyteni” dedi; o alçak ifrit, kendi fiilini gizledi.
Adem ise “Zalemna enfüsena” dedi; bizim gibi Hak’kın fiilinden gafil değildir.

Günah ettiği halde edebe riayet ederek Allah’a isnat etmedi. Allah’ın halk ettiğini gizledi. O suçu kendine atfettiğinden ihsana nail oldu.

Adem, tövbe ettikten sonra Allah, “Ey Adem! O suçu, o mihnetleri, sende ben yaratmadım mı?” O benim taktirim benim kazam değil miydi; özür getirirken niye onu gizledin?” dedi.

Adem “Korktum, edebi terk etmedim” deyince Allah, “İşte ben de onun için seni kayırdım” dedi.

Hürmet eden hürmet görür. Şeker getiren badem şekeri yer. Temiz şeyler temizler içindir; sevgiliyi hoş tut, hoşluk gör; incit, incin!

Ey gönül! 

Cebirle ihtiyarı birbirinden ayırt etmek için bir misal getir ki ikisini de anlayasın:
Titreme illetinden dolayı titreyen bir el, bir de senin titrettiğin el... her iki hareketi de bil ki Allah yaratmıştır; fakat bu hareketi onunla mukayeseye imkan yoktur. İhtiyarınla (iradenle) el oynatmadan pişman olabilirsin; fakat titreme illetine müptela bir adamın pişman olduğunu ne vakit gördün?

Anlayışı kıt biriside şu cebir ve ihtiyar meselesine yol bulsun, bu işi anlasın diye söylediğimiz bu söz, akli bir söz, akli bir bahistir. Fakat zaten bu hilekar akıl, akıl değildir ki.

Akli bahis, inci ve mercan bile olsa can bahsi, başka bir bahistir. Can bahsi başka bir makamdır, can şarabının başka bir kıvamı vardır. Akıl bahisleri hüküm sürdüğü sırada Ömer’le Ebülhakem sırdaştı. Fakat Ömer, akıl aleminden can alemine gelince can bahsinde Ebülhakem, Ebucehil oldu. Ebucehil, cana nispetle esasen cahil olmakla beraber his ve akıl bakımından kamildi.

Akıl ve bahsi, bil ki eser, yahut sebeptir (onunla müessir ve müsebbip anlaşılır). Can bahsi ise büsbütün şaşılacak bir şeydir.

Ey nur isteyen!

Can ziyası parladı; lazım, mülzem, nafi, muktazi kalmadı. Bir gören kişinin nuru doğmuş parlamaktayken sopa gibi bir delilden vazgeçeceği meydandadır.

Yine hikayeye geldik; zaten ne zaman hikayeden ayrıldık ki?

Cehil bahsine gelirsek o Allah’ın zindanıdır; ilim bahsine gelirsek onun bağı ve sayvanı. Uyarsak onun sarhoşlarıyız; uyanık olursak onun hikayesinden bahsetmekteyiz. Ağlarsak rızıklarla dolu bulutuyuz; gülersek şimşek!

Kızar, savaşırsak bu, kahrının aksidir, barışır, özür serdedersek muhabbetinin aksidir.


Bu dolaşık ve karmakarışık alemde biz kimiz? 

Elif gibiyiz. 

Elifin ise esasen, hiç ama hiçbir şeyi yoktur! ''



5 Kasım 2015 Perşembe

Sana


Biliyorum,
Epeydir sana zaman ayıramaz oldum !
Sen de üzülüyorsun..!
Sana gelmemek, seni unutmak sanıyorsan,
Beni az tanımışsın demektir...
İçimi dökemez oldum,
Suskunluk çöktü yüreğime,
Kelimelerini yitirmiş, 
Kaybettiği bilyelerini arayan çocuk gibiyim şu sıralar.
Bu yüzdendir sana gelemeyişim.
Bu yüzdendir, harflerden kaçışım...
Biliyorum belki de bunlar mazeret değil diyeceksin.
Yazmak bir mevsim işi olmasa da, bir iklim rengi olduğu muhakkak.
Mesela yalnız olmalıyım, 
Mesela içimin hüznü kahvedeki telve kıvamında olmalı.
Olmalı ki, göz yaşları tadında, kelimecikler, çisil çisil düşsün sayfalara.
Özledim seni biliyor musun ?
Günlerdir kapına kadar geliyorum, bakıyorum bakıyorum
Ve gidiyorum,hayıflanarak...
Bugün birden çaldım kapını sevgili bloğum.
Mis gibi yalnızlık ve gariplik kokusu vurdu yüzüme...
Anılar, fon müziklerini takıp da koluna,
Karşıladılar beni kapıda...
İçimin atıkları, kendimden kendime,kendimce, bir yudum teselli, bakkal defteri karalamaları,geç kalınmış hikâyelerin baş kahramanı, içinizdeki gökkuşağının renklerini soldurmayın diye diye selam çaktılar ruhuma...







4 Kasım 2015 Çarşamba

Neyi Kaybettiğini Hatırla

Malum,toplum olarak önyargılarımız bir put gibi elimizde ve en küçük sokak,mahalleden,esnaf ve bürokrasi katmanlarından, politika ve medya-iletişim araçlarına kadar, işbu önyargı gözlüğünü
gözümüzden çıkarmadan ve her habere hemen inanmayı,bir yaşam biçimi haline getirmiş insanlar kalitesinde nefes almaya başladığımız için,belki en azından kendimi bu konuda da sorgulamam adına yazıyı burada sizlerle paylaşmak istedim,işte o makale :

''Nedir bu kaybolan nesnelerden alıp veremediğin diye soracak olursanız, size varoluşun anlamının kaybolanı aramada saklı olduğunu söyleyebilirim. İnsanoğlu yeryüzündeki uyanışına yaratılmış olduğunu farkederek varır. Ama iş burada bitmez, burada başlar.Çünkü yaratılmış olmayı kavramak aynı zamanda kişinin noksanını bilmesi demektir. Bu da bir arayışı gerektirir. Nedir noksan? Nasıl, neyle giderilir? Kaybolduğunu hissettiğimiz ister heybe olsun, isterse deve, arayış başlamıştır; büyük arayış.

Hikayemizde devesini kaybeden bir adam var. Bu adam devesini ararken yüksek düzeyde anlayış yeteneğine sahip üç dervişe rast gelmiş. Üç müdrik diyelim onlara.

“Devemi kaybettim” demiş dervişlere; “Onu siz gördünüz mü?” Dervişlerin ilki; “Bir gözü kör müydü devenin?” diye sormuş. Adam sevinçle

“Evet!” diyerek cevaplamış bu soruyu. İkinci dervişin “Ön dişlerinden biri eksik miydi?” sorusu karşısında devesini kaybeden adam heyecanlanarak “Evet, evet” demiş. Dervişlerden

üçüncüsü “Bir ayağı topal mıydı?” diye sorar sormaz “Evet, evet” cevabını yapıştırmış. “O halde” diye konuşmuş dervişler, “Sen deveni bizim geçtiğimiz güzergâh üzerinde ararsan iyi edersin, onu bu yolda bulma ümidi vardır.” Kayıp devesinin peşine düşen adam bu üç dervişin kendi devesini görmüş olduklarına kanaat getirmiş ve alelacele dervişlerin geldiği istikamete koşturmuş.

Bulamamış adam aradığı yerlerde devesini ve ne yapması gerektiğini yine dervişlerden öğrenmek isteğiyle bu kez dervişlerin peşi sıra gitmiş. Anlayış sahibi üç ermişi akşam üzere bir istirahat menzilinde eliyle koymuş gibi bulmuş. Yine sorular karşısında kalmış adam: “Devenin bir yanında bal, öte yanında mısır mı yüklüydü?” demiş birincisi; adam :

“Evet” demiş. “Hamile bir kadın mı biniyor senin devene?” demiş ikincisi, yine “Evet” demiş adam. “Biz senin devenin nerede olduğunu bilmiyoruz” demiş üçüncü derviş. Bunun üzerine deveci, bu üç kişinin kaybettiği deveyi çaldıklarına kanaat getirmiş ve onları kadı karşısına çıkarıp başından geçenleri anlatarak üç dervişi hırsızlıkla suçlamış. Kadı devecinin ifadesini yerinde bularak üç ermişi deveyi gasbetme suçundan hapse atmış.

Kısa bir süre sonra adam devesini arazide başıboş dolaşırken bulmuş ve dervişlerin salıverilmelerini temin maksadıyla mahkemeye başvurmuş. Daha önce dervişlerin kendi durumlarını izah etmeleri için bir fırsat tanımayı hiç aklına getirmemiş olan kadı, onlardan nasıl olup da deveyi hiç görmedikleri halde deve hakkında bu kadar çok şey biliyor olmalarını açıklamalarını istemiş. Dervişler, yolda devenin ayak izlerini gördüklerini, izlerden birinin silik oluşunun devenin bir bacağının topal oluşuna delalet ettiğini; yolun yalnızca bir yakasından ot yemiş olmasının tek gözünün körlüğüne delil olabileceğini; ısırdığı yaprakları yırttığına göre ön dişlerinden birinin eksik olduğunun anlaşıldığını söylemişler.

“Arılar ve karıncalar yolun iki kenarında bir şeylere üşüşmüşlerdi. Bunların bal ve mısır olduğunu gördük. Bir konaklama yerinde çalılara takılmış uzun insan saçı gördük, devenin üstündeki kadındı. Yerde el ayası izi vardı, ancak doğumu yakın hamile bir kadın elini yere dayayıp otururdu.”

“Bütün bunları hırsızlıkla suçlandığınız zaman kendinizi temize çıkarmak üzere neden söylemediniz?”

“Çünkü devecinin devesini aramaktan vazgeçmeyeceğini ve onu çok çabuk bulabileceğini göz önüne aldık. Keşfettiği gerçeği  ahlaki bir olgunlukla perçinleyecekti. Bizim salıverilmemiz için harekete geçerek cömertliğin, sorumluluk hissine sahip olmanın zevkini tadacaktı. Hadisenin göründüğünden farklı cereyan ettiğini gören kadı ise gözünde mantık yollarına güvenerek kestirmeden hükme varmanın değerinin düştüğünü görecek ve bir arayışa koyulmanın kıymetini takdir etmede daha üstün
bir konum sahibi olacaktı. Kadı, doğru hükme varmanın tevazu ile arayışa neler borçlu olduğunu görecekti. Kendinde yargılamaya yetecek donatım olduğu zehabına kapılmanın gönül kırıklığını tadacak, birini suçlamadan veya bir iddiaya sahip çıkmadan önce kendi ölçülerini tartmanın kaçınılmazlığını kabul edecekti.”

“Bizim geçirdiğimiz deneyler şunu gösterdi ki, insan hakikati ararken bir gücü, bir yargılama gücünü kendinde hıfzettiği zannına kapılmamalı. Herkes kendi kaybettiğini kendi arasın. Bu arayışta diğerleri sadece arayanın neyi kaybettiğini hatırlatabilirler. Bunu nimet bilmeli. Senin noksanını tasvir edenler, senden bir şey gasbetmiş olmaz. Neyi kaybettiysen onu sen kendin ara.”

[Neyi Kaybettiğini Hatırla - İsmet Özel ]

2 Kasım 2015 Pazartesi

Ağustos-Eylül


Bir türlü sıra gelmedi, taslaklarda kalmış, Eylül geçtiyse de henüz bizim içimiz geçmedi.