18 Aralık 2017 Pazartesi

Rüveyda'ya mektuplar (27)

 


ben, her mevsim değişiminde, değişmeyen yazgıma, sensiz gelen akşamlara,
içimde sönmek bilmeyen yangınlarla, bastırılmış, naftalin kokan avazlarımla, yeniden, buruk bir merhaba ile tebessüm ediyorum!


Sevgili Rüveyda,

Yine hayatın gri renkleri içinde, tonlamalar arası seyahatteyim... Yine hasretinden yapılma demir parmaklıklar arasında buz kesen çaresizliklerdeyim.

Kanıyorum yine… Belki de bile bile kendimi kanatıyorum. Nasıl güzel bir renk… Benim diyen ressam çizemez…

Kendine övgü diziyorsun. demezseniz, kelebek kanadı kadar narin, kırılgan, naif bir ruhum var derim. Şair ruhlar böyledir. (Şair olamasam da!) Bu söyleyişim kimine göre övgü gibi görünse de aslında kendimden şikâyet, yergi bu tasvirim. Öyle riyakâr mütevazılıkla da hiç işim olmaz. İnsan kendisini bilir. Ben günahımla, sevabımla, hatalarımla kendimi biliyorum. Belki de bu yüzden sürekli çekişiyoruz ben ve içimdeki ben… İnsanın kendisi ile barışık olması için birçok şey ve kıstaslar gerek. Belki başka mektupta söz ederim.

Keşke, bendeniz de hayatı daha kabataslak gören, inceliklerinden habersiz; bu soğukta, inşaatta çalışıp hiç şikâyet etmeden akşam evine, ekmek parasını kazanmanın huzuru ile elinde iki ekmek, bir-iki kilo meyve ile sobanın yanında televizyon izlerken mutlu bir yüz ifadesiyle sızan adam gibi olsaydım. Ah Usta! Sen ne güzel, ne mutlu adamsın!

Karının, gerekli gereksiz yakınmalarından gocunmadan; çaresizlik ya da imkânsızlıklarını, vurdumduymaz bir görüntü altında gizleyerek, yorgun ama huzurlu uyuyan adamsın.

Sabah yeni bir umut ve gayretle o nasırlı ellerinle o namuslu yüzünü yıkar, aynaya da tebessümle bakarsın. İnşaatın iskelelerinde, duvar ördüğün, sıva yaptığın, koca gün üşüdüğün derdin olmaz. Yevmiyeni alıyorsan, sigortan da ödeniyorsa, hayat senin…

Hayattan fazla beklentin olmadan, olmazların niçin olmadığına kafa patlatmadan, kendi payına düşenleri kapasitesi kadar yapan, alan, sunan bir insansın.

Hani bilardo oynayanların, ince gör dediklerinden bihaber; hayatı, kendi yeknesaklığı içinde kabul ederek yaşayan adam... Herkes gibi, herkes kadar.

Sevgiden, aşktan hakkınca hakkını alamamışsın, ne gam! Karın, her kadın kadar veren ve her kadın kadar beklentileri ve istekleri olan biriymiş ne gam! Evlilik yenilenmiyormuş, renklenmiyormuş... Peh! Dizi mi çekiyoruz, bir film de başrol müyüz paşam! Kazan, getir, pişirsin ye!

Aa, daha fazlası, farklısı mı var ki? Çocuklar kendi rüyalarında, kadın kendi dünyasında; konu komşu misafirlikler, günler vesaire... Adam da kendi inşasında, pardon inşaatında, sıvasında! Hiç problem yok, oh ne âlâ… Bir Rüveyda’ya hasret çekmeden, çekip gidersin dünyadan… Usta be!
Hayat sana güzel, kıymetini bil!

Sevgili Rüveyda!

İnanın böyle insanlar mutlu! Fazla olarak bildikleri şey ya üç beş kuruş ya dünyalık araba ya da bir ev sahibi olmak...

Hayatı birlikte paylaşmanın adı evlilik, kare kare... Onlar için no problem!

İşten gel, yemek ye, sonra ya TV karşısında mayış, ya da doğruca kahvehane de taş dizmeye... Kimse daha farklısını, kalitelisini aramaz; ilk zaman arar gibi oldularsa da umarsızlıkla, yılgınlıkla, hüsranla neticelendiği için düzen devam etsin kabilinden...

Sevgili Kalbim,

Seninle biz böyle olmazdık, olamazdık! İstesek de! İstemeyiz de zaten! Kelebek kanadı kadar narin ruhların işi değil böyle nefes almak! Bu nefes almak da değil zaten, solumak! Yaşamak başka, yaşamın içinde yaşar gibi gezinmek, günler içinde eskimek başka.

Dudaklarla herkes konuşur, biz gözlerimizle konuşurduk.

Gözlerle de birileri konuşabilirdi, biz özümüzden konuşurduk.

Dile, sese, dudaklara ve kulaklara ihtiyaç olmadan.

Ben senin beyzaden olurdum, sen benim sultanım.

İncitmeden, incinmeden, inciler dizerdik zamanımızın çerçevesine,

Can olurduk, tek bir can.

Bedenen uzak kaldığımız demlerde, senin eline iğne batsa, ruhumun kanı akar/dı!

Bana isabet eden bir keder olsa, senin canın yanardı...

Haberleşmemiz için telefon bize lüks olurdu, dostlar alış verişte görsün...

Biz zaten telepatinin sınırlarını aşarak

En uzak bilinen yerde bile nefesimizi çekişimizi, sebebi ile bilir, duyardık.

Şimdi duyduğumuz gibi,

Şimdi yine çok özlediğimiz gibi.

Biliyorum özlüyorsun, biliyorsun sensiz ölüyorum... 

Seni özleyerek ölecek Murat