fotoğraf çekilmeyi sevmem ben!
ayıp olmasın diye mutlu tebessümler dağıtırım,
albümlerle de aram iyi değildir hem!
o gün, gülmüş gibi yaptıklarıma, yıllar sonra ağlarım!..
Aşka hudut çizilmiyor diyor en sevdiğim türkülerden birisi Rüveyda… Hudutsuz, sınırsız sevmişliğimiz bundan özgedir...
Yâr dediğimizde yaralarımızın kanaması, kabuk tutmaması bundandır sevdiğim... Ah bilsen, öyle güzel severdim ki seni gelsen… Ama gelme! Nasılsa, gelsen, sen de çizersin senin için çarpan kalbimi!
Böyle, sen oradan, ben burada sevelim... Üzmeden sevebilsen gel derdim, sev derdim...
Sevemezsin! Beni annem kadar sevebilsen, gel derim, sev derim, sevemezsin ki...
Bak annem beni hatalarımla, günahlarımla hep sevdi, seviyor; sevmekten vazgeçmek gönül lügatinde bile yoktu ki lafı olsun... Ne hatalarımı yüzüme vurdu, ne de benim için fedakârlıklarını; ama annem beni hep sevdi, benim için üzülüp gözyaşı döktü, bir gün olsun usanmadı...
Sen, sen de annem gibi sevebilirsen gel...
Gelme! Sevemezsin çünkü...
Güzel diye bildiklerim, güzelliklerimi çaldılar birer birer! Ruhumdaki inceliği, zarif beklentileri, insan/canlı sevgisini göremediler.
Şair olamadım belki ama şair ruhlardan saydım ruhumu, şair ruhlar kuyumcu terazi gibi hassas ruhlardır, onların ne zaman, neye, nasıl kırıldığını çok insan fark edemez bile… Bu yüzden Dünya hassas kalpler için cehennemdir![¹] ya…
Sevgili Rüveyda,
Bu mektubumda, kalp evininin balkonunun altında sana serenatlar yapmayacağım. Bu mektubumda böyle çıkışacak, sitemlerimden merdiven yapacağım. Artık katlanıver lütfen! Ben yokluğuna, gelmeyişine onca yıldır, bir ömürdür katlanıyorum ya!
Aşığının sitemini cana nimet bilmeyen maşuk, bana aşktan sevmekten söz etmesin... Duymuşsundur, Hallac-ı Mansur’u idama götürürlerken halk taş atar, Hallac hiç tepki vermez. Bir ara biri bir gül atar, bir gül... Onun yakınışını, Pir Sultan bak nasıl dile getirmiş:
Pir Sultan Abdal’ım can göğe ağmaz,
Haktan emrolmazsa irahmet yağmaz…
Şu ellerin taşı hiç bana değmez, Dostun bir tek gülü yareler beni!
Dostun bir tek gülü... Bir tek gülüşü... Bazen duyarsın Rüveyda, Bak bana o şeyi yapmaz, ya da yaparsan kalbini kırarım! derler... O kişi artık o şeyi ister yapsın isterse yapmasın, kalp tuz buz oldu bile! Bazı insanlar farklıdır, bir hata yapsalar, senin onu yermene gerek yoktur, o zaten kendisini yiyip bitirir, hem de günlerce, bazen bir ömür…
Madem beni annem gibi sevmeyi göze alamıyorsun, ne diye senin adın Rüveyda! Ne diye mektuplarımın muhatabısın? Madem geldiğin zaman, sen de herkes gibi beni üzmekten önce inciteceksin, incineceksin, hatalarımı hayra, günahlarımı tövbeye yormayacaksan, ne diye geliyorsun! Gelme! Bu satırlara döktüğüm gözyaşları aşkına gelme! Aşkın aşkına gelme, ben razıyım böyle uzaklardan, ufuklara bakarak, ufuklarda seni görerek seni sevmeye...
Neymiş, Kafka’nın Milena’sına mektuplarıymış! Zavallı Kafka, bizim dünyamıza ait efsanevi aşk hikâyelerini bilmiş olsa, o kitabı yayınlamadan yakardı! Ben sevmemişim, şizofren bir sanıya aşk demişim diye hayıflanırdı! Sonra da bir böceğe merhameti, sevgiyi öğrenirdi önce!
Attar’ın anlatımına göre, Hallac-ı Mansur’un tam da artık sayılı dakikaları kalmışken bir derviş kalabalığı yararak ona doğru ilerlemeyi başardı ve gücünün yettiğince seslenerek Hallac-ı Mansur’a şu soruyu sordu; Aşk nedir ki? Üzerine yağan taşlar yüzünden tüm vücudu kan revan içinde kalmış olan Hallac-ı Mansur; Aşkın ne olduğunu bugün, yarın ve öbür gün göreceksin! der. O gün Hallac-ı Mansur’u katlettiler. Ertesi gün cesedini ateşe atıp yaktılar. Üçüncü gün ise küllerini rüzgâra savurdular. Aşk yanmak, külden gül olarak doğmaktır… Aşk adını sayıklamaktır, her nefeste. Aşk kalbe yâr ismini anmadan atmayı yasak kılmaktır. Aşk incinmeden,
incitmeden sevmektir, sadakatle…
Ey aşk!
Zaten yanmışız, közümüzden ne istersin?
Sen Rüveyda!
Beni ilkin “hayır” deyişinle katledersin, ikinci kez reddettiğinde ateşlere salarsın, üçüncü kez annem gibi sevip gelemediğinde, küllerim senin şehrinin üzerinden geçer de, göremezsin! Ben gül eyle, küle döndürme!
Aşkın ne olduğunu -rahmet Peygamberi- (selamların en güzel O’na ve sevdiklerine olsun) onda görmedik mi? Huzuruna içmiş bir sahabi getirilir. O pak ruhun tenine alkol değmiş kişiyi görenler ileri geri kınayıp laflar ederler. Getirilen zat, belli ki cahiliyeden alkolik, kurtulamamış henüz...
O aşk ülkesinin yüce gönüllü padişahı onlara engel olur, susturur ve buyurur : O der, Allah ve Resulünü sever... Ah sevmek, ah sevmenin ne olduğunu görüp sevenlere, aşka hürmet edenler... O Nebi, sarhoş bedende şarabın değmediği kalpteki aşkı görendir... Ya bizim alkol değmemiş tenlerimizde ruhumuza değen dünya sarhoşluğunu ne yapacağız?
Sen ey!
Dünya sarhoşu bu adamın kalbini görebileceksen gel… Hayır, gelme. Göremez, çiğner çizer geçersin!
Görebilseydin bunca zaman, gelmiştin, sevmiştin!
Sana ne kadar sitem etsem azdır, Rüveyda!
Azalan ömrümde sana ne kadar mektuplar yazsam, yazamamışımdır, yarımdır, eksiktir. Yamalı bohça gibi kıyısından düşer harflerim her defasında... Ve sonra ben düşerim, senli düşlerimin ardına...
Sensiz yollarında yarım bir Murat
[¹] Goethe