12 Mart 2018 Pazartesi

Rüveyda'ya mektuplar (40)

 


aşk, parmak uçlarından, ruhun zirve noktasına kadar titreyerek üşümektir...


Bir yolun sonuna gelmek gibi, yine sensiz biten bir günde, akşam güneşinin cılız kızıllığında, hasret gözyaşlarıyla yokluğuna sarılarak perdeleri çekmek...

Perdeler çekilir ve  perdelere gerek kalmadan açılır bambaşka bir dünya, eninde sonunda... Açılsa da, sıkıldığım şu dünya sahnesinden insem artık Rüveyda!

Sen benim yokluğunu çektiğim bir sancısın, her nerede her kimsen bu böyle anlaşılsın. Bir adın olmalıydı; ben sana Rüveyda diyorum, Kalbim oluyorsun. Seni yokluğunda sevdim, anlasana! Sonra her gece kendimle kavgam oluyorsun. Kelimelerim sancılı, belli yine, yeni, yeniden sen doğacaksın eskiyen ömrüme… Ah Rüveyda!

Hasretim nasır tutsa da bir gececik uyusam…

Buzla ateşin karışımı gibi bir şeysin sen Kalbim… Nihayet güneş çekildi buralardan, giderken ufukların tuvaline hüzün boyasından, fanilik resmi çizerek… Kuşlar yuvalarına döndüler, çatılara tünediler. Rızk kaygısından azade, şimdi cıvıl cıvıllar.

Kuş, dedim de, çok sevdiğim bir kuş şarkısı var. Güftesini, Yaşar Miraç beyin yazdığı, Bilge Özgen’in hüseyni makamında bestelediği şarkıyı ne güzel söylemiştir Ahmet Özhan:

Ben bir küçücük sevdalı kuştum
Aklım ermedi ellere uçtum
Yaban ellere, diken ellere Gurbet ellere, gurbet ellere.

Sen, gönlümün penceresinin pervazına konmasını beklediğim kuşum... Daha ne kadar bekler gözlerimin sönmeye yüz tutmuş ferinde saklanmış umutlarım? Beklemiyor artık, hani bülbülün bin bir türküsü var hepsi de yâr üzerine denmiştir ya benimki de öyle... Bir yudum teselli işte, kendimden kendime... İç sesimin mırıldanmaları, hayıflanmaları...


Sevgili Rüveyda,

Aklım ermedi, sana nasıl kavuşulurdu? Seni ararken ömür kuşu uçtu gitti. Bundan sonra gelsen ne çare, neye yarar. Kendimi çok yaşlanmış hissediyorum. Bir enkaz, bir yük ancak. Ne diye biri çeksin artık kahrımı kalan ömrümde, ben beni çekemiyor, ben bana katlanamıyorken.

Dalında olmuş meyve tadında heyecanlarımı, kelimelerimi yitireli nice yıllar olmuş. Evet, içim çocuk, ruhum çocuk, o hep aynı kaldı, büyümesini istedim mi bilmiyorum ama sanki boynu bükük, oyuncağını kaybetmiş bir çocuk, dudakları bükük, bakışları sönük bir çocuk. Keşke büyüseydi, büyüseydi de ben de herkes gibi, herkes kadar olsaydım; olsaydım...

Şu dünyada çok şükür, maddi şeyler için içimde hiç ukde biriktirmedim. Açlığım manevi şeylere ve aşka oldu ve sanırım aç öleceğim, sana...

Sürekli  göklerde uçma isteği ile yaşadım. Uçmayı çok seviyordum ve bir an geldi fark ettim ki benim göklerim senin hiçbir zaman göremediğim gözlerinmiş... Orada alabildiğine özgür ve güvenle, albatroslar, kartallar gibi kanatlarımı iki yana açıp sanki hareketsiz, denizin altında balıkları ürkütmeden öylece duran biri gibi, duru bir sakinlikle uçmak... Susarak ki susmak bir lisan adıdır, herkes konuşamaz…

Sayısız uçak yolculuklarım oldu. Uçak fobim, herkeste olduğu kadar vardı, bir farkla, hem ürktüğüm hem de çok sevdiğim bir şey olduğu için, her defasında cam kenarını rica ederdim. O motorlar çalışıp birden hızlanış yok mu? O nasıl tarifsiz bir heyecan, önce ön tekerlek yerden kesilir, sonra arka tekerlekler ve hafif başın döner gibi olursun, bir aşkın girdabında, elinden iradesi, mantığı, aklı başından alınmış biri gibi. Akıntıdasındır, ne kulaç atabilirsin, ne karşı koyabilirsin. İstesen de artık, inemezsin. Vazgeçtim uçmuyorum, diyemezsin, desen de artık işe yaramaz, duyan olmaz. Aşka yakalanan biri gibi. Gözlerinin dipsizliğine hava boşluğu gibi düşersin de düşersin... Düştüm ben aşkına Kalbim, çıkasım da gelmiyor. Sana mektuplardan bir yol buldum nasılsa, dönen beter olsun! 

Ben seni özlemeyi seçtim, sen özlenmeyi. Seni biriktiriyorum içimin sessiz odalarında, bir kızın çeyiz sandığı gibi her yerim…

Bâki ne güzel anlatmış kekeme dilimin meramını:

Can lâ’lin eyler ârzû yâr içmek ister kânımı
Yâ rab ne vâdidir bu kim can teşne canan teşnedir.

(Can sevgilinin dudağını arzular, sevgili benim kanımı içmek ister. Yarabbi, bu aşk vadisi nasıl bir yerdir ki orada can da susamıştır, canan da.)

Vermeye hazır kanı olanlar, istedikleri aşka nail olurlar, dedi içime bir ses... Sen kavuşmayı istemiyorsun, istesen elde ederdin, diye de devam etti sonra. Uzak ol, imkânsız ol. Dokunamayacağım kadar uzak, ama nefesinin sıcaklığı kadar da yakın... Sen ateşsin, pervane benim. Söylesene ipek gibi mi tenin... Kelebek kanadı mı yoksa? Sen neye benzersin Rüveyda? Ben kimse değilim, benim ne kadar kimim kimsem varsa o sensin. Ve ben yolu ucu bucağı, izi olmayan bir sayfiye kasabası gibiyim sende… Beni andığın çok özel zamanların var biliyorum, sen ne zaman beni anıp içindeki hasretlerin katlanıp seni yaksa, o ateş bana da ulaşıyor, hiç şüphen olmasın.

Kalbim,

Rüzgâra kat buseni, o bilir geleceği adresi… Ah uykusuz gecelere söylenen sırlar, ağıtlar, dualar, şiirler, şarkılar... Her biri ayrı bir duvarda, bamb/aşka bir renkte yankılanırlar...

Bu akşam içinde İstanbul geçen şarkıları sıraladım, sonra usulca yatağıma kıvrılıp sensizliğe ağladım.

Senin yeryüzündeki yankın, Murat’ın...