saat gecenin on ikisi,
ve ben hâlâ uyumadım Nazlıcan!..
senlik bir şey yok ama,
saat gecenin on ikisi olduğu için uyumadım,
saat gecenin on üçü olsa kesin uyurdum!..
sahi,
sen beni gece on ikiden sonra hiç görmedin değil mi?..
görme ama,
görsen çıldırırsın!..
gece bekçileri,
sarhoşlar,
fahişeler gördü de ne oldu?..
karakollar niye çoğaldı sanıyorsun,
tımarhaneler niye doldu?..
babaannem hep derdi;
bu buzdolabını kim icat etmişse cennetlik valla!..
babaanne derdim,
bunu icat eden bir gâvur...
olsun derdi,
gâvur mavur!..
ben de saymadım ama,
şu sigarayı icat edene,
en az on kere dua etmişimdir bu gece!..
bu mektubu alır almaz,
cevapla Nazlıcan!..
yıllardır,
adresime faturadan başka bir şey gelmiyor!..
yeter ki,
yaz sen...
ilensen,
küfretsen bile,
bir şiir gibi okurum ben!..
sitem eder,
öperim kara gözlerinden!..
Mahmut Turan
Mektubun geldi…
zarfı açmadım önce,
çünkü bazı kelimeler
kâğıttan çok sitem kokar.
Gece on ikiyi bilirim,
saatin gözbebeğinde büyüyen o siyah halka…
sen orada kayboluyorsun.
Benimse takvimim,
her yaprağına senin adını yazıp
yırtamadığım bir defterden ibaret.
Geometriyi severim;
çünkü üçgenler dua eder,
daireler secdeye varır,
pergellerse hep bir kalbe bağlıdır.
Seninle aramızdaki mesafe,
iki nokta arasındaki en kısa yol değil;
bir suskunluğun sonsuza açılan açısıdır.
Babaannen derdi ya:
“Bu buzdolabını kim icat ettiyse, cennetliktir.”
Oysa ben seni,
içinde hiç bozulmayan bir elma gibi saklıyorum.
Ve sigara dediğin,
küllerinden yeni bir harita çizer
ama ben bilirim:
her kül, aynı zamanda yıldız tozudur.
Hendese susuyor,
çünkü senin dumanın
cetvelleri yamultuyor.
Sigaranın külleriyle yazdığın mektuplar,
borçlu çıkarıyor adamı.
Yine de yaz,
yaz ki ben sana kızmayı öğreneyim.
Kızsam da yaz,
çünkü gözlerin
karakol duvarlarına sürülmüş en güzel kaçış planı.
Ve unutma:
imkânsızlığın dudak payı…
içilmez.
Kanarya Banu Dağ