
sen bir şiir için fazla güzeldin,
bir şarkıya da sığamadın…
Şubat da bir çırpıda Ocak’ın yerini aldı… Kışın sokaklar gürültüsüz, insanlar evlerinde. Artık gereksiz ve incitici sesler yok, olması gerektiği gibi… Gece erkence çöken gri bir sessizlik ve uykuya yenilmiş insanların masum yüz ifadeleri gözümün önüne geliyor.
Sokaklar adına köpek dediğimiz hayvancıkların; adına insan denilen canlılardan kendilerini daha güvende hissederek, huzurla çöpleri karıştırıp karınlarını doyurdukları zaman diliminde daha huzurlu.
Alışmışız, ayların, mevsimlerin sırasını şaşırmadan gelişine, güneşin vaktinde gidip, gelmesine… İnsan her şeye ister istemez alışıyor. Alışmak demişken; farkında olmadığımız en zayıf zaaflarımızdan aslında... Alışmaya alışmamak için çabaladığımız da olur zamanın yetimliğinde... Bazen bir işe yaramadığını, bazen de geç kaldığımızı fark ederiz... Alışmak, bir tür bağımlılıktır... Alışmak, aşktan daha güçlü bir bağdır.
Aşk; yıldırım gibi çakıp görevini tamamlar ve gider de alışkanlığı ne yapacağız? Hatta anlaşma sorunu yaşadığımız birisini, bitsin dediğimiz bir ilişkiyi alışkanlık sebebiyle de bitiremeyiz çoğu zaman ya da çok geç bitiririz... Bazen de bitti dediğimiz şeyin, alışkanlık sebebiyle aslında bitemediğini anlarız!
Sevgilim,
Bir an geliyor, içindeki iskelenin, yosunlarla midyelere yuvalık ettiğini görüyorsun ve paslı bir kanca gibi düğümlenesi bir halata hasret, soruyorsun kendine:
Gelir mi beklenen tekne?
Alışmak, gelmesini beklediğinin gelmeyeceğine mi?
Rüveyda,
Bazen kendimi Türk kahvesine benzetiyorum, çok az şekerli, tadında. Sesimi de kendim dışında, bana çok hassas kulak veren nadir insanlar duyabiliyor. Fincanın tabağa dokunuşu gibi... Kendi iç dünyamdayım, bir fincanın içindeki kahve gibi, köpüğümün altında, kederlerimle baş başa... Orada tatlı, orada acı, orada hüzünlüyüm...
Kendimi Türk kahvesine benzetiyorum… Her zaman içilmeyen, ama olmadığı zaman da, aranan, unutulamayan! İnsanlar insanların varlıklarında kıymetini bilmeliler, kaybedince değil!
Rüveyda!
Belki Sen olsaydın,
Ömrüme.
Hep...
Bu kadar yorgun,
Bu kadar yılgın, kalmazdım!
Kalbim!
Hiç yazılmamış kelimeler, gözlerin ile yarışıyor.
Gözlerin, çocuksu, masum. Gözlerin dişi, kadınsı… Gözlerin içinde kaybolduğum, baharlara açan tomurcuklar gibi… Gözlerin davetkâr… Gözlerin bir boşlukta beni tutuşun gibi… Kelimeler seni anlatmak için kıvranıyor, çaresiz!
Hiç yazılmamış kelimeler, gözlerin ile karşılaşıyor. Tutulmuş, tek adım atamıyor.
Hangi harfin, kelimenin peşine düşeceğimi, sürükleneceğimi bilemez olmanın çaresizliğinde kıvranıyorum.
Keşkelere dolanan gri bir hüzün kuşatıyor sonra ruhumu... Bu dünyaya geliş zamanı sırası bizim elimizde değil ve hayatımıza kimlerin ne zaman gireceği de. Her şey bir kaderle kaderimin ve şu dünyanın neresindesin bilmiyorum. Ben seni, şartlar, uygarlıklar, zamanlar, ülkeler, şehirler üstü bir kayıtsızlıkla seviyor ve bekliyorum. Ben sende neredeyim, onu da bilmiyorum. Bilmem de şart değil, sen bende neredesin, bana yaşattıkların, yediğim yemekten, kördüğüm olmuş rüyalarıma, aldığım havaya kadar... Büründüğüm renginle böyle güzelim, böyle anlamlıyım ben. Sen benim uzun soluklu düşlerim, sonu gelmeyecek hayallerimsin.
Rüveyda,
Adı gibi, kendisine seslenilen, adı gibi edalı, adı gibi sevgili.
Bu sebeple bu kez mektubuma Sevgili Rüveyda, diye başlamadım.
Ben Rüveyda diyor da susuyor görünüyorsam, kapalı duran yalnızca senin ülkene değmemiş dudaklarımdır... İçimde adına yankılanan notaların, el ele seslendirdikleri besteleri bilmiyor kimseler…
Ruhum; ruhum öyle mi, kafeste çırpınan bülbül misali, ateşe sevdalı pervaneler gibi, nağmelerce haykırışlardadır; duyuyorsan, âşık benim, Mecnun benim, Ferhat benim, Murat benim...
Duymuyorsan, aşk kalbime düşmemiş, beni yakmamış demektir. Beni yakmayanın ışığı, alevi sana nasıl ulaşsın a sevdiğim… Bunun için dil gerekmez ki... Mektuplar, ulaşım araçlarının canı cehenneme! Kalpten kalbe yol yok demektir. Vah olsun, vahlar olsun duyuramayana!
Duymayan masum, duyuramayan suçlu, duyuramayan yalancı, duyuramayan aşkın mecaz baharlarına erken açan ayrık otu... Sulanmamış bir ayrık otu... Yağacak yağmura mahkûm. Dili sevdada, gönlü duada... İri gözlerinin dipsizliği, Yusuf’un düştüğü kuyu gibidir bana.
Yusuf çıkmak için ağladı, ben kalmak için, sonsuza dek… Yar! Böyle bir esaret, cana minnet, şükür sebebi. Ferahlık divanı... Aşk meydanı...
Kalbim, Rüveydam,
Geçilmez Sina çölü, çıkılmaz Everest, aşılmaz Pasifik senmişsin. Çöl sabahlarının donduran ayazında kaldım böyle garip. Bir yanar, bir donarım. Bir ağlar, bir susarım. Yandığım da, susadığım da, ağladığım da sen olduktan sonra hepsi cana sefa. İstedim ki gelesin, gel diyesin. Bir lahza, solmaz bir an miktarınca, yaşamak nedir senin nefesinin kanatları altında tadayım.
Sana kanat çırpan ruhumun feryadını birazcık susturayım. İstedim ki dudaklarından çıkan nefesinin gölgesinde bir aşk miktarınca serinleyeyim. Yangınlarıma nisan yağmuru ol, şelalelerce serinlet kavrulan yüreğimi.
Sevgilim,
Geceler karanlık da, yokluğunda; gündüzler çok mu aydınlık? Ben karanlığın koynuna girip üzerimi senin hayalinle örtüp kıvrılırken kıvranırken; bu hâlimi sana duyuramamışsam, sana malum olmamışsa, bir daha uyanamayım!
Ömrünü sana açmış bir Murat