19 Şubat 2018 Pazartesi

Rüveyda'ya mektuplar (37)

 



şairlik dedikleri,
hüznün tefsiri ile, grinin tonlarına
harcanmış bir ömür…


Seni sevdim
Canıma yürüdü bütün zamanlar Yerlere göklere doldum.
Ey al yeşil pencere
Ol aşk ehli söylemişti çok önce:
Defter tutsam olancası bir gündür[¹] diyor.

Bunun üzerine ne söylesem az, eksik, yetersiz, biçare, garip, öksüz ve yetim kalır... Seni sevdim işte, yokluğunu bile… İsminle teselli oldum, cisminde kayboldum.

Yanık bir aşk için kalbimi arıyordum, sen çıktın karşıma… Adına düğüm oldu benim alın yazım. Yaşanmamış bir aşkın bakir sayfalarını sen okuyamadan, göçüyorum Rüveyda! Defter tutsam, sancısı bir ömür anlayacağın…

Bir kitap okumuştum. Stefan Zweig’ın, Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu. İşte kitaptan bir kaç manşet:

Sana, beni asla tanımamış olan sana!

Ben seni yaşamım boyunca sevmekten yorulmadım!

Bekledim ve bekledim seni, kaderimi beklercesine bekledim.

Çiçeklerin bir tabutun üzerinde ne anlamı olabilir ki?

Adresine ulaşmayan aşkımın, kelimelerimin anlamı, ancak kendi canıma can bile olsa bir yudum teselli aşk pınarından içilmiş. İsraf edilmiş bir adamın, israfa verilmiş fakir kelimeleri işte. Bu kitap beni güzel ağlatmıştı. Ünlü bir yazara âşık olan bir kızın iç acıtan hikâyesi ve mektupları… Sana, beni asla tanımamış olan sana! Sen de beni belki hiçbir zaman tanımayacaksın Rüveyda… İçimde birikmiş, büyümüş bir sevi, heba olup gidecek belki… Yazdığım kadar nefesinde nefeslenmiş olarak göçüp gidiyorum işte.

Olur da bunları senden ve benden başka birileri okursa bir gün, hâlime üzülmesinler ama insafsızca da yargılamasınlar. Anlamaya çalışsınlar yeter. Onlar ömürlerinin Rüveyda’sını/ Murat’ını bulurlarsa da sakın kaybetmek gibi bir büyük hata yapmasınlar, yol giderken otobüsten inmesinler. Varlıkta sadıkane kıymet bilsinler, yalansız hilesiz sevsinler… Kör ölünce badem gözlü olmasın, kör de olsa benim sevdalım deyip, badem gözlü muamelesi yapsınlar; saygılı, samimi ve dürüstçe…

İnansınlar ki gerçekten Rüveyda isminde biri hiçbir zaman olmadı ve ben ilk kez ilkokulda başka sınıfta olan bir kıza âşık olmuştum. Bizim sınıfımızdaki kızlardan bazıları bana, ben o başka sınıftaki kıza… Onlar bana arka masamda hoşlanmadıkları erkek arkadaşıma inat, o zamanlar biriktirmesi moda olan kartpostalları toplayıp hediye ederlerken ben o başka sınıftaki kıza bir tanecik bile kartpostal hediye edecek cesarette değildim. Onlardan bazıları bana âşıktı, ben o başka sınıftaki kıza… Rüyalarıma girerdi. Bir keresinde adamın biri ona kötülük yapacaktı, hıçkırıklarla uyanmış, katıla katıla ağlamıştım ve rüya olduğuna sevinerek şükür etmiştim. Okul dışında o başka sınıftaki kızın penceresinin önünden geçerdim. Apartmanın en üst katıydı yaşadığı evi, bazen pencereden caddeye bakardı ve onun beni fark etmesi yine pek mümkün değildi. 

Ah Rüveyda!

Sevmek nasıl bir şey ben biliyorum da, sen sevilmek nasıl bir şey, nasıl seviliyorsun bilmiyorsun... Bilseydin, sevmesen de, severdin... Gelmesen de, gelemesen de, uzaklardan uzun uzun, dolu dolu, hasret hasret severdin... Gideceksen de, severek giderdin. Leyleğin ömrü değil bu, bülbül divanı... Aşktan, ayrılıklardan, hasretlerden dem vuran. Geçti ömrüm beyhude, ne Leyla beni bildi, ne de ben Mecnun olabildim. Aradım, aradım, yalnızca aradım, bu aramaya koskoca bir ömür adadım... Bilinmez ve yazılışı zor bir kadın adına hasretler sakladım.  Yaşanamamışları sıraladım, gizli sırlar döktüm, kederlerimi, pişmanlıklarımı, ahlarımı, keşkelerimi çimento gibi kelimeleri birleştirmek için sürdüm... Bir kadının izini sürerken bir kadının ismiyle cismimi süslerken…

Bir ömür bir kadının izini sürdüm, iz düşümünde yanıp kavrulurken... Bana kıyamam sana dese, kuzum, canım, tatlım... dese, canımı verecek kadar sıcak bir kelimesine meftun olduğum kadın... Cihan görsün o zaman erimek, meftun olmak nasıl bir şeydir.

Şefkatle baktığında gözlerime, g/özce konuşup dudaklarımızı hiç kımıldatmadığımızda, gözlerim sevinçten ağlayacaktı da o kadın hele bir gelsindi. Gelecekti, bu masala inandırmıştım bir kere canımı...

Oysa çok kadın gelmiş geçmişti ömrümden ve Kıymışlardı canıma! Varlığımda kıymet bilmeyen, gittiklerinde özleyen, dönmek isteyen kadınlar... Dönseler ne olacaktı ki bıraktıkları gibi değildim artık... Lime lime doğranmış bir ruhtan artık bir şey çıkmazdı... Pas tutmuş sinem, eskimiş şiir mezarlığı gibi… Hüzün çiçekleri dört bir yanım, gri akşamlar doğuruyorum her güne düşen nasip olarak… Defter tuttum ben de o deftere, Rüveyda isimli bir ahu gelip tünedi... Uzun zaman ruh tuvalimde yüzü de belirginleşemedi, biraz biraz gözleri, bakışları, seslenişleri... Sevişleri yok mu, en net olan o… Az şey mi, bu da bana yeter.

Öyle zarif, öyle asil ki... Sanki başının üzerinde bir kuş varmış da ani bir hareketle ürker uçar gidermiş gibi öyle hassas, öyle rikkatli ve öyle müşfik... Defter tuttum ben de bir ömre bir gün edecek; bekledim seni Rüveyda... Yokluğunda sana seslendim hecelerce, şiirlerce, şarkılarca, avazlarca...

Sen hiç gelmedin! Sen gelme artık, şairin dediği gibi: Yokluğunda buldum seni...[²] Gelme artık, gelme Rüveyda, gelsen belki seni böylesine sevemem, böylesine yanamam, yangınlarıma gözyaşları karıştıramam... Gelme artık, gelme! sen kalp defterimde ol hep, bir güne sığmayan bir ömürde... Sayfalarca yazıl, sayfalarca yazılalım... Sayfalarca sarhoş olalım, hiç ayılmayalım.

Bir Rüveyda masalıdır bu... Defterlere bile tamamı yazılamayan! Kendime bile sır, kendimden bile saklanan… Ardı sıra ağıtlar yakılıp ağlanan... Bilmiyorum daha kaç mektup, kaç hitap kaldı geride, deftere sığacak? Uzaklardan mahzun bir hayal olarak satırlarıma bakan bir kadın, ben o satırlar arası sancılarda sana meftun...

Bir mecnun Murat işte



[¹] Şükrü Erbaş
[²] Necip Fazıl Kısakürek