Allah Teala’nın “Batın” olma sıfatı izah edilirken, “Zuhurunun şiddetinden dolayı gizlidir” sözü söylenir.
Belki ölüm için de zuhurunun şiddetinin onu aktüel kıldığı söylenebilir.
O kadar hayatın içinde ki ölüm, aktüel olmaması mümkün değil.
Ölüm her an var.
Hayatın bir boyutu ölüm.
İnsan ne kadar ölümü hayatının dışına çıkarmaya çalışırsa çalışsın, onun var olduğunu ve her an yanını yöresini, kendisini yoklayacağını bilir.
“Ölümü ve hayatı yaratan kudret” kanunu böyle koymuş çünkü. Bu Kur’an ifadesinde, ilginç ki, “ölümün yaratılması” “hayatın yaratılması”ndan önce zikrediliyor. (Mülk Suresi, 2)
“Medyatik ölümler” -ki çoğaldı, çoğalıyor, çoğalacak- ölümü daha çok hayatın içine çekiyor.
Hani ölmesi mümkün değilmiş (!) gibi görünenler bile gittiğine göre diye düşünmeye başlıyor insanlar.
Bir sanatçı “Sabancı’nın ölümü benim yeniden doğuşuma imkân hazırlamıştı” demişti bir ara ve sonra, hayatında köklü değişimler yaşamıştı.
Her şeyi satın alabilecek bir insan, bir saniyelik ömür satın alamamış ve insanoğlunun kadim çağrısına boyun eğerek göçmüştü ebediyyet âlemine... Nice kudretli devlet başkanı, komutan vs de göçmüştü o çağrıya boyun eğip.
“Ebediyyet âlemi” dedim.
Belki pek çok insanın gündeminde o da yok.
Yok değilse bile, çok flu...
Ne var ölüm ötesinde?
Buna dair bilgiyi vahiy veriyor.
Yani Allah’tan gelen bilgi.
İnsanoğlu, var oluşuna hükmedemediğini, dünyadan gidişine de hükmünün geçmediğini, kendi varlığı için son derece kritik bu iki hadisenin de kendi dışında olduğunu “idrak” ediyor, çünkü bunu görmemesi mümkün değil.
Mümkün olsa, gelmeye hükmü geçmese bile, mesela gitmemeyi başarmak ister. Koşar, arar, çırpınır, bir yol bulmak ister, ölüm meleğinin elinden kaçmak için. Ama olmuyor. Bir yol yok. Bulunamadı bugüne kadar.
O zaman, bu işin hikmeti üzerine düşünüp, “Acaba beni gönderen ve alan, aldıktan sonra bana nasıl bir gelecek planladı?” diye kafa yormaz mı?
Geçen hafta “medyatik ölümler” gerçekleşti. “Medyatik ölümler” herkesin evine giren ölümlerdir. İnsanın medyalaşması ölçüsünde medyatik ölümlerin de çoğalacağı bir vakıa.
Herkes ölen üzerine konuşuyor, konuşuyor.
Ama ölüm ötesi üzerine bir şey yazılmıyor, ölümün hayata yüklediği anlam üzerine bir şey söylenmiyor ve daha önemlisi “Ölümü ve hayatı Yaratan ile insanın ilişkisi” üzerine bir şey yazılmıyor.
-Acaba ölüm ötesinde bizi ne bekliyor?
-Acaba ölüm ötesindeki şeylerle bu dünyada yaşadığımız hayatın bir ilişkisi var mı?
-Acaba “ölümü ve hayatı yaratan” Kudret, bizden, hayatta iken ölüm sonrasına ilişkin bir şeyler hazırlamamızı istemiş miydi?
-Gidenler geri gelmediğine göre, şayet istenenler yapılmamışsa orada ne oluyor, ne olacak?
Ben kendi hayatımı, kendi ölümümü, kendi ölüm ötemi ve bütün bunlarla bağlantılı olarak “ölümü ve hayatı yaratan Kudret olarak Allah Teala ile ilişkimi”, bu dünya hayatında O’nunla ilişkinin hayatıma nasıl yansıması gerektiğini düşünmeden edemiyorum.
“Dünyevileşme” diye bir hadise var, sosyal bilimcilerin gündeminde.
“Ölüm ötesini gündemden çıkarma” diye de anlaşılabilir bu.
İnsanoğlunun, dünyayı, Yaratan’la bağını kopararak düzenleme yönelişinin uzantısı olarak gelişiyor dünyevileşme.
Dünyevileşme, insanı, ölüm gündemini ötelemeye yöneltiyor.
Ama mümkün olmuyor bu.
Ölüm insanın en çok dünyevileştiği bir noktada bile geliyor, ve en sarsıcı biçimde gündeme giriyor.
Böyle bakıldığında dünyevileşme insanoğlunun bir aldanışından ibaret oluyor.
Kaldı ki, ne kadar koparsa kopsun bu gündemden, ölüm ötesi kaygısını ortadan kaldıramıyor insan.
En iyisi, kadim gerçeği kabul edip, varoluşun gayesini anlamaya çalışıp, “Ölümü ve hayatı Yaratan kudret”in insanoğluna yüklediği sorumluluğu yüklenmek. İnsan olmak.
Ahmet Taşgetiren / Aksiyon dergisi