Peygamber Efendimiz (sav)'in Kur'an'ın açıklayıcısı olduğuna dair ayetler var mıdır?
Özellikle son zamanlarda birtakım kimseler: "Bize Kur ân kâfidir. Allah bize onu göndermiş ve sadece ona dayanmamızı istemiş başka bir kaynakla bizi mesul tutmamıştır" deyip bilerek veya bilmeyerek, maksatlı veya maksatsız Allah'ın Resûlü'nün sünnetini devreden çıkarmaya çalışmakta; O'nun dinde hüccet oluşu, sıhhati ve râvîleri hususunda şüphe uyandırmaya gayret etmekte;1 birtakım kimseler de Hz. Peygamber'in sünneti karşısında gevşek davranmakta "sünnete uyulsa da olur uyulmasa da olur" gibi bir tavır sergilemekte ve herhangi bir konuda bir hadîs delil olarak zikredildiği zaman da dudak bükmektedirler. Halbuki, İslâm'ın temel kaynağı olan Kur'ân'da Yüce Allah, Hz. Peygamberi ve O'nun sünnetini çok müstesna bir yere oturtmakta ve O'na itaati kendisine olan itâatla bir tutmaktadır.
Kur'ân'da, Hz. Peygamber'in, bilhassa inananlar için Allah'ın büyük bir lütfu olduğu belirtilmekte, O'na îman, O'na itâatla irtibatlandırılmakta; yine O, insanlar için en güzel bir örnek şahsiyet olarak gösterilmekte, O'na insanlara tebliğ edip öğretmesi için Kur'ân'ın yanında çoğu yerde sünnet anlamına gelen hikmetin de verildiği tesbiti yapılmakta, vahiy sadece Kur'ân ile sınırlandırılmamakta, pek çok yerde Hz. Peygamber'e İtaat, Allah'a İtâatla birlikte zikredildiği gibi münferit olarak da O'na itâatin lüzûmu vurgulanmaktadır.
Bununla birlikte hiç şüphesiz sünnet, hiçbir zaman Kur'ân seviyesinde kabul edilmemiş, ilk sırada dâima Kur'ân yer almış, sünnete ondan sonra yer verilmiştir.
Nitekim bu durum, bizzat Hz. Peygamber tarafından Muaz b. Cebel Yemen'e vâli olarak gönderilirken verilen tâlimatta da açıkça tesbit edilmiştir.2 Ayrıca, ashâb-ı kirâmın uygulamaları da gerek Hz. Peygamberin sağlığında ve gerekse vefâtından sonra bu yönde olmuş problemlerinin çözümünde dâima, önce Kur'ân'a, ardından sünnete başvurma şeklinde olmuştur.3
Şimdi yapmış olduğumuz bu tesbitleri Kur'ân âyetlerinin nasıl ortaya koyduğunu görelim.
Hiç şüphesiz Yüce Allah'ın insan olarak bize, kendi içimizden bir kimseyi peygamber olarak seçip bizlere canlı bir hayat örneği göstermiş olması büyük bir lütuftur.
1) Hz. Peygamber’in Yüce Allah'ın İnananlar İçin Büyük Bir Lütfü Olduğunu İfâde Eden Âyetler:
"Andolsun ki Allah, müminlere büyük bir lütufta bulundu; zira daha önce açık bir sapıklık içinde bulunuyorlarken onlara, kendi içlerinden, kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyan, kendilerini temizleyen ve kendilerine Kitap ve hikmeti Öğreten bir Peygamber gönderdi" (Âl-i İmrân, 3/164).
"Andolsun, içinizden size öyle bir Peygamber geldi ki sıkıntıya uğramanız O'na ağır gelir; size düşkün mü'minlere şefkatlidir, merhametlidir, eğer yüz çevirirlerse de ki: "Allah bana yeter! O'ndan başka Tanrı yoktur. O'na dayandım, O, büyük arşın sâhibidir." (Tevbe, 9/128-129) .4
Hiç şüphesiz, insan olarak bize düşen bu büyük lütfun kıymetini bilerek, âyet-i kerîmede 5 de işâret edildiği gibi, O'nu canımızdan da aziz bilip çok sevmek ve her işimizde bize en güzel bir örnek olarak gösterilen bu yüce şahsiyetin yolundan gitmek olacaktır.
Hz. Peygamber'e îman Müslüman olmanın önde gelen şartlarındandır. O'nun adı kelime-i şehâdette Yüce Allah'ın adı ile birlikte yer almıştır. Ayrıca O'na inanmanın lüzumu hakkında Kur'ân'da pek çok âyet-i kerîme mevcuttur.6 Hiç şüphesiz, Hz, Peygambere îman, O'nun sadece bir peygamber olduğuna inanmanın da ötesinde bir anlam ifâde etmektedir. Bu da, O'nun Allah'tan alıp bize bildiklerinin bütününü, bununla ilgili olarak, her türlü emir, yasak, öğüt, uygulama, yorum ve açıklamalarının doğruluğunun kabulünü, kısacası O'nun her bakımdan örnek alınmasını gerektirir.
İşte, Hz. Peygamber'in dindeki bu müstesnâ yerini ortaya koyan başka bir husus da Kur'ân'da bizzat Yüce Allah tarafından O'nun bize, her yönüyle kendimize örnek olarak alacağımız bir şahsiyet olarak takdim edilmesidir.
2) Hz. Peygamberi Örnek Bir İnsan Olarak Gösteren Âyetler:
Kur'ân'da gayet açık ifâdelerle Hz. Peygamber'in Yüce Allah tarafından mü'minler için örnek alınması gereken model bir insan olarak takdim edildiğini görmekteyiz. Konu ile ilgili âyetlerde şu veya bu konuda diye bir kayıt koyulmamış olması O'nun insanlar için her yönüyle örnek olarak gösterildiği anlaşılmaktadır.
İşte bu konudaki bazı âyetler şunlardır:
"Andolsun Allah'ın Resûlünde sizin için -Allah'ı ve âhireti arzu eden ve Allah'ı çok anan kimseler için- (uyulacak) en güzel bir örnek vardır" (Ahzâb, 33/ 21).
Bu âyette, Resûlullah'ın, Allah'a ve âhiret gününe inananlar için örnek bir şahsiyet olarak ileri sürülmesi, böylece onu Örnek edinmenin Allah'a ve âhiret gününe îman hususuna bağlanması O'nun sünnetine dinde ne kadar değer verilmiş olduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Kur'ân, Hz. Peygamberin mü'minler için örnek bir insan olduğunu belirtmekle kalmaz aynı zamanda onun büyük bir ahlâk üzere olduğunu da şöyle vurgular:
"Nün. Kaleme ve yazdıklarına andolsun, Sen Rabb'inin nimetiyle ünlenmiş (bir deli) değilsin. Senin için kesintisiz bir mükâfat vardır. Ve sen, büyük bir ahlâk üzeresin" (Kalem, 68/ 1-4).
Sünnetin dindeki değerini ortaya koyan unsurlardan birisi de genelde onun da bir vahiy mahsûlü oluşudur. Nitekim, Kur'ân'a baktığımız zaman vahyin sadece kendisi ile sınırlandırılmadığına, Hz. Peygamber'e Kur'ân'ın dışında da vahiy verildiğine dâir birçok işâretleri görürüz.
3) Hz. Peygamber'e Kur'ân'ın Dışında da Vahiy Geldiğini İfâde Eden Ayetler:
Kur'ân'da Yüce Allah'ın kullarına olan vahyinin genelde şu şekillerden birisi ile olduğu belirtilir:
"Allah bir insanla ancak vahiyle, yahut perde arkasından konuşur. Yahut da bir elçi gönderip izni ile dilediğini vahyeder. O çok yücedir, hâkimdir" (Şûrâ, 42/51).
Görüldüğü gibi bu âyette Yüce Allah, genel olarak dilediği kullarına bu yollardan herhangi birisi ile hitap ettiğini belirtmiş; kullarına olan hitâbını bir kitapla kayıtlamamıştır.
Bundan başka, Hz. Peygamber'e Kur'ân'ın dışında da vahiy verildiğine delâlet eden hususlardan birisi de Kur'ân'da, Hz. Peygamber'e ve diğer bazı peygamberlere7 kendilerine verilen kitapların yanında bir de "hikmet"in verildiğinin ifâde edilmiş olmasıdır. Meselâ Bakara sûresinde şöyle buyrulur:
"Nitekim, kendi içinizden size âyetlerimi okuyan, sizi (kötü inanç, fikir, söz ve fiillerden) arındıran, size Kitap ve hikmeti ve bilmediklerinizi öğreten bir peygamber gönderdik1' (Bakara, 2/151). 8
Bu ve benzeri âyetlerde, Kitab'a ilâve olarak peygamberlere verildiği zikredilen bu "hikmet", âlimlerce genelde Allah'ın elçilerine verilen "sünnet" olarak tefsir edilmiştir. Meselâ, bunlardan İmâm-ı Şâfiî bu görüşünü şöyle dile getirir:
"Allah (burada) önce Kitab'ı -ki ondan maksat Kur'ân'dır- ardından da "hikmet"i zikretmiştir. Kur'ân ilimleri sahasında ehliyetlerinden emin olduğum kişilerden işittim ki, buradaki "hikmet"ten kasıt, Resûlullah'in sünnetidir... Çünkü önce Kur'ân zikredilmiş peşinden ayrı olarak "hikmet" eklenmiştir."9 el-Evzâî (Ö. 157/774) de, Hassan b. Atıyye'nin "Cibril, Kur'ân'ı indirdiği gibi, sünneti de Peygambere getiriyordu." dediğini nakleder.10
Kur'ân'da diğer peygamberlere de kendilerine gönderilen kitapların dışında vahy gönderildiğine dâir birtakım bilgilere rastlıyoruz. Lût kavmini helâk etmekle görevli olarak Hz. İbrahîm'e ve Hz. Lût (as)'a gönderilen meleklerin ifâdeleri" hiç şüphesiz bu türden vahiylerdir. Yine, Yüce Allah (cc) kendisine bir kitap gönderilmediğini bildiğimiz Hz. Zekeriya'ya (as) oğlu olacağına dâir müjdesi12 İle bir peygamber olmadığı halde Hz. Meryem'e hitâbı13 da bu nevidendir. Bu konuda, Hz. Peygamberin de Kur'ân vahyi dışında Yüce Allah ile irtibâtı olduğunu gösteren pek çok âyet vardır.14 Meselâ bunlardan birisi:
"Namazları ve orta namazını koruyun, gönülden bağlılık ve saygı ile Allah'ın huzuruna durun. Eğer (bir tehlikeden) korkarsanız, yaya yahut binmiş olarak kılın; güvene kavuştuğunuz zaman ise bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği şekilde Allah'ı (namazınızda) anın" (Bakara, 2/238-239).
Görüldüğü gibi burada, Yüce Allah, namazların ve özellikle orta namazının (yâni Hz. Peygamberin tefsîriyle ikindi namazının) her yönüyle en güzel bir şekilde kılınmasını emrettikten sonra, yolculuk sırasında herhangi bir tehlikeden korkulduğu takdirde yaya yahut binmiş olarak namaz kılınabileceğini, ama tehlike geçtikten sonra, kendisinin öğrettiği şekilde namazın normal bir şekilde kılınmasını emretmektedir. Buradaki "size öğrettiği şekilde" ifâdesi dikkat çekicidir. Bilindiği gibi namaz Kur'ân'da tafsilâtlı olarak öğretilmemiştir. O halde, Hz. Peygamber'in bu konuda, Yüce Allah'tan Kur'ân'ın dışında da Cebrâil vasıtası ile birtakım ilâve bilgiler almış olması muhakkaktır. Nitekim rivâyetlerde Cebrâil Aleyhisselâm'ın Hz. Peygamber'e gelip beş vakit namazı her şeyiyle bizzat tatbikî olarak öğrettiği rivâyetler de mevcuttur.15 Hz. Peygamber de aynı şekilde bunu ashâbına öğretmiş ve: "Beni namaz kılarken nasıl görüyorsanız öyle kılınız." 16 buyurmuştur.
Ayrıca, Hz. Peygamber Kur'ân'da sık sık kendisine vahyolunana uymakla emrolunmaktadır17. Eğer, vahiy sadece Kur'ân'dan ibâret olmuş olsaydı, İslâm bütünüyle sâdece Kur'ân'dan ibâret olmadığı aşikâr olduğuna göre, bu durumda Hz. Peygamberin vahiy dışı birçok iş yapmış olmasının kabul edilmesi gerekirdi. Böyle olunca da Hz. Peygamber'in Allah'ın emrini yerine getirmemiş olması gibi birtakım imkânsız şeylerin kabul edilmesi lâzım gelirdi ki bunların hepsinin de Hz. Peygamber hakkında düşünülmesi mümkün değildir.18 Ve faraza böyle bir şey olsa elbette Yüce Allah duruma müdâhale ederdi.
Nihâyet Yüce Allah, bu konuda Hz. Peygamberle ilgili olarak şöyle buyurur:
"O, havadan konuşmaz, O (na inen Kur'ân veya O'nun söyledikleri), kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey değildir" (Necm, 53/ 3-4). 19
Bu âyette sözü edilen vahiyden maksat, bazı âlimlere göre sadece Kur'ân diğerlerine göre ise Kur'ân'la birlikte bir kısım sünnettir. Çünkü, hadisler bazen sırf vahiy, bazen de Resûlullah'ın içtihâdıdır. Ama o içtihâdında yanılsa bile, bu Yüce Allah tarafından düzeltilir.20 Bu bakımdan O'nun bütün sözleri ve fiilleri ve tasarrufları Yüce Allah'ın kontrolü altındadır.21 İşte bu sebeble kaynağı vahiy olmayan fakat ilâhî vahiy tarafından hilâfına bir vahiy gelmemiş olan dînî emirleri ve uygulamaları da vahiy kabul edilmiştir. Bu nevi vahiyler, Hanefîlerin cumhûrunca "batını vahiy" diye isimlendirilmiştir.22
Hz. Peygamberin Kur'ân dışında da Yüce Allah'tan vahiy aldığını gösteren delillerden birisi de hiç şüphesiz O'na Kur'ân'ı tebliğ görevi yanında bir de Kur'ân'ı açıklama görev ve yetkisinin verilmiş olmasıdır. O, bu görevi elbette sadece kendi şahsî bilgi ve içtihâdıyla değil Yüce Allah'tan aldığı ilhamla yapacaktır.
4) Hz. Peygamber'e Kur'ân'ı Açıklama Görev ve Yetkisinin Verildiğini Gösteren Âyetler:
"Biz, her peygamberi mutlaka kendi kavminin diliyle gönderdik ki onlara (emredildikleri şeyleri) açıklasınlar..." (İbrâhîm,14/4).
"Sana bu zikri (Kur'ân'ı) indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayâsın, tâ ki düşünüp öğüt alsınlar." (Nahl,16/ 44).
Bu âyetten anlaşıldığına göre demek ki bazı âyetlerin tefsirine Resûlü'nün izahı olmadan ulaşmak mümkün değildir.23
"Biz sana Kitâb'ı indirdik ki, hakkında ayrılığa düştükleri şeyi onlara açıklayasın ve inanan bir kavim için, (o kitap) yol gösterici ve rahmet olsun" (Nahl, 16/64).24
Hiç şüphesiz, Yüce Allah, bu âyetlerle kendisine Kur'ân'ı açıklama görev ve yetkisini verdiği peygamberini bu hususta yardımsız bırakmamış ve bu konuda Kur'ân dışı vahiylerle de O'nu beslemiştir. Nitekim şu âyet de bu hususa işâret etmektedir:
"(Ey Muhammed), onu tekrarlamak için (henüz Cebrâil, sana vahyi bitirmeden) dilini depretme, onu (senin kalbine) toplamak ve (sana) okutmak bize düşer. Sana Kur'ân'ı okuduğumuz zaman onun okunuşunu takip et. Sonra onu açıklamak da bize düşer." (Kıyâmet,75/16-19).25
Hiç şüphesiz Yüce Allah'ın vaad ettiği bu beyânını, hem bazı âyetlerin ileride inecek bazı âyetlerle daha da açılacağı, hem de izâha muhtaç bazı âyetlerin yine kendisinin vahyi ve öğretmesi ile Resûlü tarafından açıklanacağı şeklinde değerlendirmek gerekir.
Kur'ân, kendisine indirilen ve ilâhî vahyin kaynağı olan Yüce Allah ile irtibat hâlinde olan Hz. Peygamber'in, Kur'ân'ı anlama ve açıklama hususunda en yetkili kişi olduğunda ve dolayısıyla mü'minlerin O'nun sözlü ve fiili açıklamalarına sarılmaları gerektiği hususunda bir şüphe yoktur.
Hz. Peygamberin Kur'ân'ı açıklaması, mücmel olan bazı âyetleri tafsil, bazı umûmî hükümleri tahsis, anlaşılması güç bazı âyetleri açma, müphem olanı belirtme, bazı garip kelimeleri beyan etme, edebî inceliğe sâhip âyetlerin maksadını bildirme, varsa neshi işaret etme gibi şekillerde olmuştur.26 O, bu maksatla Medine Mescidi'ni bir okul hâline getirmiş, ashâbın her müşkülünü bıkmadan ve usanmadan çözmeye çalışmış ve söz ve hareketleri ile âdeta yaşayan bir Kur'ân olarak onlara örneklik etmiştir.27
Yüce Allah, Hz. Peygamber'e izâha muhtaç Kur'ân âyetlerini açıklama yetkisini verdiği gibi, aynı şekilde O'na Kur'-ân'da olmayan hususlarda hüküm koyma yetkisini de vermiştir.
5) Peygambere Hüküm Koyma Yetkisi Tanıyan Âyetler:
Hz. Peygamber, sadece Kur'ân'da mevcut hükümlerle kayıtlı olmaksızın, genel olarak hüküm koyabilme yetkisine sahiptir. Nitekim, O, bazı konularda önce vahiy beklemiş, gelmeyince kendi içtihadına göre veya Kur'ân dışında aldığı bir vahiy ile hüküm vermiştir. O'nun bu hükümleri hiç şüphesiz vahyin kontrolü altında idi. Bu sebeble zaten büyük hatalar yapması düşünülmeyecek olan Hz. Peygamberin küçük bazı hataları bile vahiy tarafından düzeltiliyordu.
Bu bakımdan O'nun her türlü hükmü, bir nevi vahyin tasdikinden geçmiş hükümler oluyordu. Şimdi, Hz. Peygamberin genel olarak hüküm verme yetkisini ifâde eden bazı âyetleri kaydedelim:
"Hayır, Rabb'in hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan, tam anlamıyla Teslim olmadıkça inanmış olamazlar." (Nisâ, 4/65).
"Allah ve Resûlü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir kadın ve erkeğe, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Resûlü'ne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur" (Ahzâb, 33/36).
"Aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Resûlü'ne çağrıldıkları zaman inananların sözü ancak: "İşittik ve itâat ettik" demeleridir. İşte saadete eren onlardır" (Nûr, 24/51).
"Herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; -eğer gerçekten Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız- onu Allah'a ve Resûlü'ne götürün..." (Nisâ, 4/59).28
Hz. Peygamber'in Kur'ân'da olmayan hususlarda koymuş olduğu hükümlere örnek olarak, beş vakit namazın zamanı, rekatları, nasıl kılınacağı, vitir namazının vacip oluşu, namazlarda Kabe'den önce Beyt-i Makdis'e yönelme, orucu bozan ve bozmayan şeyler, kimlere zekâtın farz olduğu, şer'î boşanmanın şekli, diyetlerle ilgili birçok hükümler, içki içmenin cezası, hırsız, hangi miktarda hırsızlık yaparsa cezâlandırabileceği, hayızlı kadının namaz kılamaması, oruç tutamaması, büyükannenin mirâsı gibi hususlardır.
Bu konu ile ilgili olarak kaynaklarda şöyle bir habere rastlıyoruz:
İmrân b. el-Husayn'ın (Ö.52/672) bulunduğu bir mecliste, adamın biri: "Kur'ân'da olandan başkasından bahsetmeyin" deyince, İmrân: "Sen akılsız bir adamsın! Öğle namazının (farzının) dört rekat olduğunu, onda kırâatın açıktan olamayacağını, Allah'ın Kitabında gördün mü?" Sonra zekâtı ve benzeri hükümleri sıraladı ve şöyle ilâve etti: "Bütün bunları Allah'ın
Kitâbında açıklanmış olarak buluyor musun? Kitâbullah bunları müphem bırakmıştır. Sünnet de açıklamıştır." 29
Hz. Peygamber'e genel olarak tatbikatta ortaya çıkan bazı konularda hüküm ve karar yetkisi verildiği gibi, Kur'ân'da olmayan hususlarda O'na. haram ve helâl koyma yetkisi de verilmiştir. Nitekim aşağıdaki âyetlerde bu husus ifâde edilmektedir.
6) Hz. Peygamber'e Helâl ve Haram Kılma Yetkisini Veren Ayetler:
"Onlar ki, yanlarındaki Tevrât ve İncil'de yazılı buldukları O elçiye, O ümmî peygambere uyarlar. O Peygamber ki, kendilerine iyiliği emreder, kendilerini kötülükten meneder; onlara güzel şeyleri helâl, çirkin şeyleri haram kılar, üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar. O'na inanan, destekleyerek O'na saygı gösteren, O'na yardım eden ve O'nunla beraber indirilen nura uyanlar, işte felâha erenler onlardır" (A'râf, 7/157).
"Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve âhiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Resûlü'nün haram kıldığını haram saymayan ve hak dinini din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın" (Tevbe, 9/29).
Bu konuya örnek verecek olursak, meselâ Hz. Peygamber ölü hayvan etinin haram olmasına rağmen30 deniz hayvanlarının bunun dışında olduğunu belirtmiş ve bunu "Denizin suyu temiz, ölüsü helâldir";31 helâl olduğunu da şöyle belirtmiştir: "İki ölü ve iki kan bizlere helâl kılınmıştır. İki ölü, çekirge ve balık; iki kan da ciğer ve dalaktır." 32
Bundan başka Hz. Peygamber, âyette nikâhı haram kılınanlar arasında sayılmamasına rağmen33 bunlara bir kadının halası, teyzesi, kızkardeşi, kızı ve erkek kardeşinin kızı üzerine de nikahlanamayacağını ilâve etmiştir.34
Yine, Kur'ân'da geçmeyen, katır, merkep, aslan, kaplan, fil, kurt, kirpi,35 maymun ve köpek gibi hayvanlarla, kartal, atmaca, şâhin ve doğan gibi yırtıcı kuşların etlerinin haramlığı da hadîslerle sâbit olmuştur.36 Erkeklere altın takmanın ve ipek giymenin haramlığı da yine hadîslerle sâbittir. Nesep ile haram olanların süt yoluyla da haram olacağı prensibi de bu cümledendir.
Hiç şüphesiz, Hz. Peygamber'in bu yetkisini Yüce Allah'tan tamamen bağımsız olarak değerlendirmemek gerekir. Elbette O, bu nevi hükümleri Yüce Allah'ın kendisine verdiği yetki ve O'nun kontrolü altında vermektedir. Zâten genelde, Hz. Peygamber, bu hükümleri verirken dâimâ Kur'ân'daki umumî bir prensibe dayanmıştır. Meselâ, ehlî merkeplerin ve yırtıcı kuşların etinin haram olduğunu belirten Hz. Peygamber'in bu hükmü, "O, size temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar" 37 âyetine râcîdir. Bu bakımdan asıl Şâri' yani kanun koyucu Allah'tır, Resûlü'ne de O'ndan aldığı bu yetkiye dayanarak mecâzen "Şâri" sıfatı verilmiştir.
Bu konuda Hz. Peygamber de bir hadislerinde şöyle buyurmaktadır: "Şunu kesin olarak biliniz ki, bana Kur'ân ve onun bir misli daha verilmiştir. Karnı tok bir halde, rahat koltuğuna oturarak: 'Şu Kur'ân'a sarılınız; onda helâl olarak neyi görüyorsanız onu helâl kabul ediniz, neyi de haram olarak görüyorsanız onu haram biliniz.' diyecek bazı kimseler gelmek üzeredir. İyi bilin ki, Allah Resûlü'nün haram kıldığı şeyler de Allah'ın haram kıldıkları gibi-
Bundan başka, Kur'ân'da bize örnek olarak gösterilen büyük bir ahlâk üzere olduğu belirtilen bu yüksek şahsiyete itâat etmemiz emredilmiş ve itâat pek çok yerde Allah'a itâatla birlikte zikredilmiştir; böylece, Hz. Peygamber'e itâatin Allah'a itâat demek olduğu defâatle vurgulanmıştır. Hiç şüphesiz, Resûle itâat hayâtında olduğu gibi, Ölümünden sonra da farzdır. Bu itâat da elbette O'nun sünnetine uyularak gerçekleştirilecektir.19 Nitekim, Hz. Peygamber de bir hadîsinde şöyle buyurmaktadır: "Bana itâat eden Allah'a itâat etmiş, bana isyan eden de Allah'a isyan etmiş demektir. Bana itâat eden benim emrime uyan kimsedir." 40
7) Hz. Peygambere İtaati Emreden Ayetler:
"Kim, Peygamber' e itâat ederse Allah'a itâat etmiş olur..." (Nisâ, 4/80).
"... Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakla-dıysa ondan da sakının..." (Haşr, 59/7).
Şu âyette de Allah sevgisinin Hz. Peygamber'e itâata bağlanmış olması çok dikkat çekicidir:
"Deki: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın Allah çok merhametli ve bağışlayıcıdır.' De ki: 'Allah'a ve Peygamber'e itâat edin!' Eğer dönerlerse muhakkak ki Allah, kâfirleri sevmez" (Âl-i İmrân, 3/31-32).
Âyetteki hitap, sebeb-i nüzulünden de anlaşıldığı gibi özellikle inanmayanlara olduğuna göre,41 Resûlüne îman ve itâat olmadan Allah'a îman, O'nu sevme ve O'na itâat iddiâsı geçerli bir iddiâ olarak kabul edilmemektedir.
"Biz hiçbir peygamberi, Allah'ın izniyle itâat edilmekten başka bir amaçla göndermedik..." (Nisâ, 4/64).42
Hiç şüphesiz bu âyetlerde sözü edilen itâat sâdece, Yüce Allah'ın O'na indirdiği Kur'ân emirlerine itâat değildir. Çünkü bu durumda Kur'ân'ın pek çok yerinde peygambere itâatin Allah'a itâatla birlikte zikredilmesinin bir anlamı kalmazdı. Bu sebeble, hadîsler de alelâde bir insan sözü değil, Yüce Allah'ın emri ile kendisine itâat etmekle yükümlü olduğumuz bir Zât'ın sözleridir. Nitekim, Kur'ân'ın ilk muhâtapları olan ashâb da bunu böyle anlamış ve Hz. Peygamberin bütün emirlerini titizlikle uygulamaya, bilmedikleri her hususu ondan sorup öğrenmeye çalışmışlardır. 43
Yüce Allah, Kur'ân'da Hz. Peygamber'e itâati emrettiği gibi, O'na yapılabilecek her türlü isyânı da yasaklamaktadır.
8) Hz. Peygamber'e İsyan Etmeyi Yasaklayan Ayetler:
"Kim, Allah'a ve O'nun elçisine karşı gelir ve O'nun sınırlarını aşarsa, Allah onu ebedî kalacağı ateşe sokar. Onun için alçaltıcı bir azap vardır" (Nisâ, 4/14).
"Kim de kendisine doğru yol belli olduktan sonra Peygamber'e karşı gelir ve müminlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir gidiş yeridir orası!" (Nisâ, 4/115).
"Bu böyledir. Çünkü onlar, Allah ve Resûlüne karşı çıktılar. Allah ve Resûlüne de kim karşı çıkarsa muhakkak ki, Allah'ın cezası çetin olur" (Enfal, 8/13).44
Hz. Peygambere itâati emreden ve O'na karşı gelmeyi yasaklayan bu âyetler, O'na itâatin isteğe bağlı değil, zorunlu olduğunu kesin olarak ortaya koymaktadır. Bu O'na inanmanın tabiî bir sonucudur.
Yüce Allah Kur'ân'da Hz. Peygamber'e kuru bir itâatin ve O'na karşı gelmemenin de ötesinde O'na karşı derin bir saygı ve sevgi duymamızı da istemektedir. Bu âyetler hiç şüphesiz Yüce Allah'ın Resûlullah'a verdiği şerefi ve değeri de açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
9) Hz. Peygamber'e Saygıyı ve Sevgiyi Emreden Ayetler:
"Peygamber müminler için kendi canlarından ileridir. O'nun eşleri de onların anneleridir..." (Ahzâb, 33/6).45
"Şüphesiz ki Allah ve melekleri, Peygamber'e salât etmekte (yani, O'nun şerefini gözetmekte ve şanını yüceltmekte) dirler; o halde siz de îman edenler O'na salât edin (yani, O'nun şanını yüceltmeye özen gösterin); O'na içtenlikle selâm edin (esenlik dileyin) (Ahzâb, 33/56).
"Ey îman edenler! Allah ve Resûlü'nün önüne geçmeyin, Allah'dan korkun. Şüphesiz ki Allah her şeyi işiten ve her şeyi bilendir. Ey iman edenler, seslerinizi, Peygamber'in sesinden fazla yükseltmeyin, birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi O'nunla da öyle yüksek sesle konuşmayın. Yoksa siz farkında olmadan amelleriniz boşa gider" (Hucurât, 49/1-2)46.
Son olarak, Hz.Peygamber'e itâat eden ve O'nun yolunda gidenleri O, doğru yola götürür. Bu hususu Yüce Allah pek çok âyette ifâde etmiştir:
10) Hz. Peygamber'in İnsanları Doğru Yola Götürdüğüne Dâir Âyetler:
"... Şâyet O'na itâat ederseniz doğru yolu bulursunuz..." (Nûr, 24/54).
"... Şüphesiz ki Sen (sana inananları) mutlaka doğru yola, göklerde ve yerde bulunan herşeyin sâhibi Allah'ın yoluna götürürsün" (Şûrâ, 42/52-53).
"Şüphesiz ki sen, onları doğru yola çağırıyorsun" (Mu'minûn, 23/73).47
Bu âyetlerden bizzat Yüce Allah'ın garantisi ve şahitliği ile anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber bütün sözleri, fiileri ve takrirleriyle doğru yoldadır ve insanları doğruya götürmektedir. Böyle bir şeyin mümkün olmaması ile birlikte şâyet O, kendisine uyanları doğru yoldan ayırmış veya Yüce Allah adına Kur'ân veya hadîs olarak (haşa, böyle bir ifadenin O'nun için zikri bile hoş değil!) bir söz uydurmuş olsaydı elbette Cenâb-ı Allah, bir âyet-i kerîmede48 işaret ettiği gibi buna en ağır bir şekilde müdâhale ederdi. Bu da Kur'ân'ın ve O'nunla birlikte sünnetin sağlamlığını bağlayıcılığını açıkça ortaya koymaktadır.
NETİCE
Netice olarak diyebiliriz ki: Yüce Allah'ın beşere kendi içinden birisini örnek seçerek bir peygamber göndermiş olması insanlık için en büyük bir lütuftur. O'na inanmak sadece O'nun peygamber olduğunu tasdik etmek demek olmayıp, O'na itâat etmeyi de gerektirir.
Yüce Allah O'nu bizzat kendisi terbiye etmiş, kitabında O'nun üstün bir ahlâk sahibi olduğunu ve örnek olarak alınması gerektiğini ifâde etmiştir.
Ayrıca O'na indirilen vahiy sâdece Kur'ân'dan ibâret olmayıp, âyetlerde Kitab'ın yanında kendisine verildiği bildirilen ve sünnet anlamına gelen "hikmet" de vahiy kaynaklıdır. Kaldı ki, O'nun kendi içtihâdıyla yapmış olduğu işler ve söylemiş olduğu sözler de yine vahyin kontrolü altında olduğundan "zelle" tabir edilen küçük hataları bile vahiyle düzeltilmiş ve böylece O'nun yapmış olduğu fiiller ve söylemiş olduğu sözler her türlü hatadan arındırılmıştır. Bu husus da O'nun sünnetinin sağlamlığını ve O'na uymanın gerekliliğini ortaya koymaktadır.
Hz. Peygamber'e bizzat Yüce Allah tarafından âyetleri açıklama yetkisi verildiğini görmemiz de O'nun sünnetinin, inananları bağladığını açıkça göstermektedir.
Yine âyetlerde, Hz. Peygamber'e itâatin Allah'a itâatle birlikte zikredilmesi de Hz. Peygamber'in sünnetine verilen değeri açıkça ifâde etmektedir. Bu itâat de elbette sağlığındayken bizzat şahsına, vefâtından sonra da sünnetine uymakla gerçekleşecektir.
Bundan başka, Kur'ân'da olmayan hususlarda, hüküm koyma, haram ve helâl tayin etme yetkisi bizzat Yüce Allah tarafından Hz. Peygamber'e verilmiştir. Bu itibarla Kur'ân'da bulunmayan hususlarda Hz. Peygamber'in sünneti şer'î bir kaynaktır. Son olarak diyebiliriz ki: İslâm dininin gerek ibâdet, ahlâk ve gerekse sosyal hayata geçirilmesi hususunda, Hz. Peygamber'in, O'nun sözlerinin ve uygulamalarının önemli bir yeri olduğunu gayet iyi bilen din düşmanları, doğrudan doğruya Kur'ân'a saldıramadıkları için Hz. Peygamber'in ve O'nun sünnetinin dindeki yerini sarsmaya, hadîsler üzerinde şüphe uyandırmaya çalışmaktadırlar. İnananların bu oyuna gelmemeleri, Hz. Peygamber'in önderliğine ve O'nun sünnetinin rehberliğine sımsıkı sarılmaları gerekir.
DİPNOTLAR:
1) Gerçi bu tip gayretler yeni değildir. Temeli ilk devirlere kadar uzanmaktadır. Fakat biz bu ifâdemizle, dikkatleri özellikle günümüze çekmek istedik. Bu konuda bkz. Ebû Zahv, el-Hadîs vel-Muhaddisûn, Mısır, 1378/1958, s.21; es-Sibâî, es-Sünnetü ve Mekânetühâ fî't- Teşrî'ıl-İslâmî, Kâhire, 1966, s.11-14; Abdulğaniy Abdulhâlık, Hucciyyetu's-Sünne, Beyrût, 1407/1986, s.278; KIRBAŞOĞLU, M.Hayri, Kur'ân'a Göre Sünnetin Konumu, (Basılmamış makale), s.1-3.
2) Tirmizî, Ahkâm, 3; Müsned, V, 230; Ebû Dâvûd, Akdiye, 11.
3) Bu konudaki geniş örnekler için bkz. Hucciyyetü's-Sünne, s.283-291.
4) Bu konuda bir başka âyet de bkz. Bakara, 151; Tevbc, 61; Enbiyâ, 107: Cuma, 2-4.
5) Ahzâb, 6.
6) Bkz. A'râf, 158; Nisâ, 136; Tevbe, 91: Nûr, 62; Fetih, 8-9, 13; Hucurât,15; Teğâbün, 8.
7) Bkz. Bakara, 251; Âl-i İmrân, 48; Nisâ, 54; Sâd, 20; Zuhruf, 63.
8) Benzeri âyetler için bkz. Bakara, 129,231; Âl-i İmrân, 164; Nisâ, 113; Ahzâb, 34; Cum'a, 2
9) eş-Şâfıî, er-Risâle, s.78.
10) Dârimî, I. cilt, 117; Te'vilü Muhtelifi'l-Hadîs, s.166; Kurtubî, I.33.
11) Bkz.Ankebût, 31-32; Hicr, 52-77.
12) Âl-i İmrân. 38-40.
13) Âl-i İmrân, 42-45.
14) Bunlardan iki örnek için bkz. Enfâl, 9-10; Tahrîm, 3; Bakara, 142-144.
15) Bkz. Buhâri Bed'ü'l-Halk, 6; Müslim, Mesâcid, 166; Ebû Dâvûd, Salât, 2; İbnu Mâce, Salât, 1; Müsned, I, 333, 111, 30.
16) Buhârî, Ezân, 18.
17) Bkz. Nisâ, 105; Mâide, 48-49,67; En'âm. 106; Ahzâb. 1-2;Câsiye, 18.
18) Çünkü Yüce Pcygamber'ini övmüş, O'ndan razı olduğunu belirtmiş ve O'nu ümmetine şâhit yapmıştır. Bkz. meselâ Enbiyâ, 107; Ahzâb, 45-46; Bakara. 143.
19) Benzeri âyetler için bkz. Yûnus, 15; Ahkâf, 9; Bakara, 142-144.
20) Bu konuda örnekler için bkz. Tevbe, 43, 84; Enfâl,67; İsrâ, 74; Ahzâb, 2,37; Abese, 1-10; Yûnus, 94; En'âm, 35,52; Tahrîm, 1; Nisâ, 105; Münâfıkun, 6. Bu konuda ayrıca bkz. el-Matrafî, Âyâtu'l tâbi'l-Mustafa (sav), Kâhire, 1977.
21) Bu konuda bkz. Şâtıbî, el-muvâfakât, IV.15; Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul, 1935-1939, VI.4571
22) Hucciyyetu's-Sünne. s.340.
23) Bkz. Taberî, 74.
24) Şu âyetlere de bkz. Bakara, 151: Nisâ, 105: Mâide, 67; Kıyâmet, 19.
25) Benzeri bir âyet. Nisâ,l 13.
26) Bu konuda geniş bilgi ve örnekler için bkz. Suat Yıldırım, Peygamberimizin Kur'ân Tefsiri, İstanbul, 1983.
27) Bu durumu en güzel bir şekilde Hz. Âişe'nin (r.anha) şu sözleri ifâde eder: "O'nun ahlâkı Kur'ân idi." Yani O, söz ve davranışları ile tamâmen Kur'ân'ı yaşayan bir insan örneği veriyordu. Bu rivâyet için bkz. Müslim, 6, Salâtu'l-müsâfırîn, 18, no:139.
28) Benzeri âyetler için bkz. Nûr, 47-52.
29) Şâtıbî, el-Muvâtakât, IV.19; İbn Abdiberr, Câmiu Beyâni'l-İlm ve Fadlih, Medine, 1388/1968, II.234.
30) Mâide. 3; En'âm, 145.
31) Ebâ Dâvûd, c.I, s.54.
32) Bkz. İbn Mâce, Sayd, 9; Etımme, 31; Ebû Dâvûd, Etımme, 34; Muvatta, Sıfatu'n-Nebiy, 30. Müsned, II.97; es-San'ânî, Sübülüs-Selâm, IV.76.
33) Nisâ, 23.
34) Buhârî, Nikâh, 27.
35) Kirpi etinin haramlığı konusunda bkz. el-Muvâfakât, IV.23.
36) Bkz. Müslim. 34. es-Saydu ve'z-Zebâîh, 3, no:12.
37) Arâf, 157.
38) Hadisin muhtelit varyantları için bkz. Ebû Dâvûd. es-Sünne, 6.bab, no:4604, 4605; Tirmizi, 42, İlm, 10; İbn-i Mâce, Mukaddime, 2; Darimî, es-Sünnetü Kâdıyetun ale'l-Kitâb, 49; Müsned, IV.131: el-Müstedrek, I.109 Ayrıca bkz. Kenzu'l-Ummâl, I.173-174; Mukaddimetân. s.195; Hatib Bağdâdî. Kitâbu'l-Kifâye fi İlmi'r-Rivâye. s.8.10, 12: el-Muvâfakât, IV.10-11.
39) Bkz. Taberî, V.147; Râzî. III.357: Tûsî. Tibyân, III. 235-236; İbn-i Hazm, el-İhkâm, I.97-98.
40) Buhâri, Cihâd, IV.8; İ'tisâm, VIII. 139-140; Ahkâm, VIII, 104; Müslim, İmâre. III. 1466. 41)Taberî, III. 143; Râzî, II. 650.
42) Bu konudaki başka âyetler için bkz. Âl-i İmrân, 132,172: Nisâ. 13, 59, 61, 65, 69; Mâide, 92; Arâf, 157,158; Enfâl, 1, 20, 24, 46; Tevbe,. 62, 71, 91; Nûr, 51-54, 56; Ahzâb. 33, 36, 37, 64-66, 71: Muhammed, 33; Fetih, 17-18; Hucurât, 14; Mücâdele, 13; Teğâbün, 12.
43) Bir örnek olarak bkz. Hz.Ebû Bekr'in bir uygulaması, Zehebî, Tezkim, I, 2.
44) Bu konuda başka âyetler için bkz. Nisâ. 42,80-81: Enfâl, 13.27; Tevbe, 61, 63, 120; Nûr. 47-50, 63; Ahzâb, 36, 57; Muhammed, 32; Fetih, 10, 17; Hucurât, 1-3; Mücâdele,9; Cin, 23.
45) Bu âyeti şu hadîs-i şerif ne güzel açıklamaktadır: "Hiç biriniz ben, kendisine, babasından, evlâdından ve bütün insanlardan da daha sevgili olmadıkça îman etmiş olmaz." Bkz. Buhârî, Îmân, 8; Müslim, Îmân, 70; Nesâî, Îman, 29; İbn Mâce, Mukaddime, 9: Dârimî, Rikâk,29.
46) Benzeri âyetler için bkz. Nûr, 62-63: Hucurât, 3-5.
47) Benzeri âyetler için bkz. Nisâ, 83: A'râf, 158; Yûsuf, 108; Neml, 79; Ahzâb, 45-46; Yâsîn, 1-5.
48) Hakka, 44-47: "Şayet O, bazı sözler uydurup bize iftira etseydi, elbette onun sağ elinden yakalar, sonra da onun can damarını keserdik. Sizden hiç kimse de buna engel olamazdı."
Doç. Dr. Mevlüt Güngör Yeni Ümit, Temmuz-Ağustos-Eylül-Sayı :21, Ekim-Kasım-Aralık 1993 Sayı :22 Yıl :1993
Kur'an-ı Kerim'in apaçık olarak indirilmesi nasıl anlaşılmalıdır?
Soru
Bizler acizane günahkar insanlarız. Bazen anlamadığımız meseleleri saygı değer hocalarımıza soruyoruz. Ama bazı kardeşler Kur'an'dan ayetler getirerek, Kur'an'da her şeyin anlaşılır olduğunu kimsenin fikrine bakılmaksızın anlaşılacağına dair ayetler söylüyorlar. Bu tip insanlara karşı alimlerin her şeyi bildği bizlerin bu kıt zihinle bu ayetleri anlayamadığımızı anlatacak bir yazı istiyorum sizlerden.
Cevabımız
Değerli Kardeşimiz;
Kur’an bitmez ve tükenmez bir denizdir. Bir derya gibidir. Gördüğümüz de deniz olduğunu anlarsınız. Bu denizin içerisinde dalgaları ve balıkları müşahede edersiniz. Ve hatta kıyısında yüzebilirsiniz. Fakat herkes denizin içerisinde ne var ne yok aynı derecede anlamaz. Nasıl ki denizin kıyısında yüzme bilmeyenler yüzer. Daha derin yerlerde daha iyi yüzücüler yüzer.
Fakat bu yüzücülerinde yüzemedikleri derinlikte yerlerde var. Buralarda artık bir gemiyle gitmeniz gerekecektir. Hatta bazı yerler var ki deryalarda en büyük transatlantik gemiler bile zorla yüzebilir. İşte kur’an apaçık bir kitaptır. ( denizi deniz olarak görülmesi gibi) Ama bunda en ami ve cahil insanlardan tutun en büyük alimlere kadar herkesin anlayacağı ilim vardır. İşte müteşabih ayetler de bunlardandır. Hadisler içinde aynı şeyi söylemek mümkündür.
Üstat Bediüzzaman hazretleri, sözler adlı eserinde, Kur’an’ın, “yetmiş bin perdelerden geçerek” “fehm ve zekâca muhtelif binler tabaka muhatablara feyzini dağıttığını ve nurunu neşrettiğini” ifade eder.
Bu kâinat kitabı gibi kuran-ı kerim de perde perde mânâlarla sarılı, iç içe nice sırlar ve hikmetlerle dolu. Bir perde seyredilmeden ikincisine geçilemiyor. O ilâhî fermanın menbaı olan kelam sıfatına gerçek mânâda muhatap olmak için, beşerin önünde sayılamayacak kadar perdeler var.
Sahabeleri, müçtehitleri, mücedditleri, bütün evliya ve asfiyayı ve nihayet tüm müminleri aynı kur’an’ın terbiye ettiği düşünülürse o kelam-ı rabbanî ile aramızda yetmiş bin perde olduğu açıkça görülür. Bütün bitkiler aynı güneşe yüzlerini dönerler, ama her biri kendi kabiliyetine göre ondan istifade eder ve feyiz alırlar. Bir bahçedeki her ağaç aynı toprağa dikilmiş, aynı su ile sulanmıştır ama, her birinin başında ayrı meyveler boy göstermiştir.
Kâinat kitabı ve Kur’an-ı Kerim... Her ikisinde de yetmiş bin perde var. İnsanoğlu kalp, ruh ve akıl sahasında mesafe kat ettikçe farklı tecellilere mazhar olacak ve rabbini tanıma vadisinde her an biraz daha yol alacaktır.
Bu perdelerin aşılması, öncelikle nefisteki engellerin kalkmasına bağlı. Tembelliğimizi ne ölçüde yenersek, gayret vadisinde o kadar ileri gideriz. Cehlimizi ne kadar alt edersek, ilimde terakkimiz o nispette fazla olur. Ve gafletten uzaklaştıkça huzura yaklaşırız.
Cenâb-ı hakkın, yetmiş bin perde arkasında olması bize şu dersi de vermiş oluyor:
İnsanoğlunun aczi, fakrı, kusuru, cehli, kısacası bütün noksan sıfatları da yetmiş bin perde.
Kur’an ve hadisteki hükümler aklımıza ters düştüğünde nasıl davranmalıyız?
Önce şunu önemle belirleyelim: Akılla naklin tearuz etmesi halinde, nakli tevile yetkili olan akıl, söz konusu meselede mütehassıs olan, sözü ve reyi geçerli bir akıldır. Konu âyet ise, tevile yetkili şahıs, sahasında söz sahibi bir tefsir âlimidir. Âyet fıkhî bir hüküm ihtiva ediyorsa, söz hakkı, fıkıh âlimlerine, müçtehitlere ait olur. Bahse konu olan bir hadis-i şerif ise, bu defa vazife, hadis ilminin mütehassıslarına düşer. Yoksa, ilimden nasipsiz, sadece kendi hevesini ve nefsini ölçü tutan insanların aklı, bu konuda söz hakkına sahip olamaz.
Önce naklin birinci şubesi olan âyet-i kerimelerden bir misâl verelim.
Fetih suresinin onuncu âyetinde, “Allah’ın eli, onların ellerinin üzerindedir” buyrulur. Akıl, bütün madde ve mânâ âlemlerinin yaratıcısı olan Allah’ın, el sahibi olmaktan münezzeh olduğuna hükmeder. Nakilde ise elden söz edilmektedir. İşte burada akıl ile nakil tearuz etmişlerdir. Bu durumda, akıl esas alınarak naklin tevili cihetine gidilecektir.
Tefsir âlimleri bu gibi müteşabih âyetlerin tevili konusunda iki guruba ayrılmışlardır. Mütekaddimîn denilen önceki müfessirler, müteşabih âyetleri tevil etmemiş, “bununla ne murat edildiğini en iyi bilen Allah’tır” diyerek susmayı tercih etmişlerdir. Müteahhirîn üleması ise, “akıl ve nakil tearuz ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur.” Kaidesinden hareketle, bu gibi âyetlerin tevili yoluna gitmişler ve “el”den maksadın “kudret” olduğunu ifade etmişlerdir. Bu bir tevildir ve bu tevili yapmaya da tefsir âlimleri yetkilidir. Bir başka misâl: Bakara suresinin 154 üncü âyetinde “Allah yolunda öldürülmüş olanlara ‘ölüler’ demeyiniz. Hayır onlar diridirler, fakat siz bilmezsiniz” buyrulur.
Akıl, o insanların öldüğüne hükmetmekte, nakil ise “onlara ölü demeyiniz” buyurmaktadır. İşte burada da, akıl esas alınmış, “her nefis ölümü tadıcıdır” âyeti gereğince, şehitlerin de ölümü tattıklarına hükmedilmiş, onların cenaze namazları kılınmıştır. Ama kabir âleminde, bu iman kahramanlarının kendilerini ölmüş bilmedikleri ve diğer ölülerden çok daha farklı bir kabir hayatı sürdükleri kanaatine varılmıştır.
Bir başka âyet-i kerime: “Onun kürsisi, bütün gökleri ve yeri kuşatmıştır.” (Bakara , 255)
Cenâb-ı hakk hakında maddî bir kürsi ve taht düşünülemeyeceği için bu âyette geçen “kürsi” kelimesi, “Allah’ın saltanat ve kudreti”, “ilâhî azamet ve kibriyanın bir tasviri” olarak tevil edilmiştir.
Bu kaide hadis-i şerifler için de aynen uygulanır.
“Dünyanın Cenâb-ı Hakk’ın yanında bir sinek kanadı kadar kıymeti olsa idi, kâfirler bir yudum suyu ondan içmeyecek idiler” hadis-i şerifini düşünelim.
İlâhî isimlerin tecelligâhı ve ahiretin tarlası olan bu dünyanın bir sinek kanadı kadar kıymeti olmadığına akıl ihtimal vermediğinden, akıl ile nakil tearuz etmiş oluyor. Burada akıl esas alınır ve “dünya ehemmiyetsiz değildir” hükmünden hareketle, nakil tevil edilir.
Üstad bediüzzaman hazretlerinin bu konudaki açıklaması aynen şöyledir: “hakikatı şudur ki: ‘İndallah’ tabiri, âlem-i bekadan demektir. Evet âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar bir nur madem ebedîdir, yeryüzünü dolduracak muvakkat bir nurdan daha çoktur. Demek koca dünyayı bir sinek kanadıyla müvazene değil, belki herkesin kısacık ömrüne yerleşen hususî dünyasını âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar daimî bir feyz-i ilâhîye ve bir ihsan-ı ilâhîye müvazeneye gelmediği demektir.” Sözler
Bir başka misâl: Allah resulü (a.s.m.) Bir tesbih hakkında, “Onu okuyanlara Musa (a.s.) ve Harun (a.s.) kadar sevap verileceğini” müjdeler. Bir müminin, bir tek tespih ile bir peygamber kadar sevap kazanmasını akıl almaz. Ve bu noktada akıl ile nakil yine tearuz ederler. Burada da akıl esas alınarak, bir müminin peygamber kadar sevap alamayacağına hükmedilir ve nakil, yani hadis-i şerif tevil edilir.
Nur müellifinin bu konudaki harika tahlilinden iki bölümü nakledeceğiz:
“Hakikatı şudur ki: Dünyada dar nazarımızla, kısacık fikrimizle Musa ve Harun aleyhisselâmların sevablarını ne derece tasavvur ediyoruz, biliyoruz. Âlem-i ebediyette rahîm-i mutlak, saadet-i ebedîde nihayetsiz ihtiyaç içinde bir abdine bir tek virde mukabil vereceği hakikat-ı sevab, o iki zâtın sevablarına -fakat daire-i ilmimize ve tahminimize giren sevablarına- müsavi olabilir.” Sözler
“Hazret-i Musa (a.s.) ve Harun’un (a.s.) meçhulümüz olan hakikî sevabları ile müvazene değil, -çünki teşbih kaidesi, meçhulü malûma kıyas eder- belki müvazene edilen ve malûmumuz olan ve tahminimize giren sevablarıyla bir abd-i mü’minin bir virdine mukabil meçhulümüz olan hakikî sevabıdır. Hem de deniz yüzü ile katrenin gözbebeği, güneşin tamam aksini tutmakta müsavidirler. Fark, keyfiyettedir. Hazret-i Musa (a.s.) ve Harun’un (a.s.) Deniz-misâl âyine-i ruhlarına in’ikas eden mahiyet-i sevab, bir katre hükmünde bir abd-i mü’minin bir âyetten aldığı aynı mahiyet-i sevaptır. Mahiyetçe, kemmiyetçe birdirler. Keyfiyet ise, kabiliyete tabidir.” Sözler
Üçüncü misâl: “Arzın öküz ve balık üzerinde olduğuna” dair hadis-i şerif hakkında da akılla nakil tearuz etmişlerdir. Akıl, dünyanın öküz ve balık üzerinde olmadığını bilmektedir. O halde, miraç mucizesine mazhar olmuş o en büyük elçinin (a.s.m.) Bu hadis-i şerifi elbette tevil edilecektir.
Nur külliyatında bunun mecazi bir mânâ olduğu beyan edilerek çok güzel açıklamalar getirilir.
Özet olarak arz edelim: devletin kılıç ve kalem, yani ilim ve kuvvet üzerinde olması gibi, insanların büyük çoğunluğunun geçimleri de deniz hayvanları ve ziraat üzerindedir. Bu hakikat, “arzın öküz ve balık özerinde olması” şeklinde ifade edilmiştir. Ayrıca, bir rivayete göre, bu hadisin tümü birden söylenmemiş, bir defasında “arz balık üzerindedir”, bir başka seferinde de “öküz üzerindedir” buyrulmuştur. Bunlar ise öküz ve balık burçları mânâsınadır.
Sözün özü: Akıl mahlûktur. İnsanın madde âleminde yapacağı incelemeler, araştırmalar için önemli bir âlettir. Ama Allah’ın isim ve sıfatları, insanın yaratılış gayesi, ilâhî emir ve yasaklar, hangi ibadetin ne zaman ve ne şekilde yapılacağı, kabir ve ahiret âlemleri gibi metafizik sahalarda akla düşen vazife nakle tâbi olmaktır.
Akıl, hakkın mahlûku ve nakil, onun fermanı olduğuna göre, hak din ile akıl arasında bir çelişki düşünülemez. Bazı mecazi mânâlarda böyle bir ayrılığın görülmesi hâlinde, sözünü ettiğimiz kaide uygulanacak ve konunun ehli olan mütehassıs kişiler aklı esas tutarak nakli tevil edecekledir.
Aklın böyle bir tevilde bulunması onun için ayrı bir şeref, ayrı bir ibadettir. Cenâb-ı hakk dileseydi bütün hükümleri tevile gerek kalmayacak şekilde vaz’ ederdi ve akla fazla bir iş düşmezdi. İlâhî hikmet ve rahmet akla da bir şeref hissesi ayırmış ve az sayıdaki bir kısım âyet-i kerimelerde ve hadis-i şeriflerde insan aklını tevil etmeye ve içtihat yapmaya sevk etmiştir.
İslâm âlimleri meseleyi böyle değerlendirmişlerdir. Yoksa, söz konusu kaideyi, kişinin aklına uygun düşmeyen dinî hükümlerin değiştirilmesine yahut reddedilmesine açık kabul etmek, elbette, doğru değildir. Çünkü, bu durumda, kişiler adedince farklı görüşler ortaya çıkar. Ve hak dinin izi, görünmez olur.
Selam ve dua ile...
https://www.zehirli.org/konu/peygamber-efendimiz-sav-in-kur-an-in-aciklayicisi-olduguna-dair-ayetler-var-midir.html