12 Nisan 2023 Çarşamba

Kabiliyet ve takva

İnsan neye meyleder, neye ilgi duyar, neyi ister ve peşinden giderse; az-çok bir bilgi ve deneyim elde eder. 

Bu ilgi alanında da üç nokta vardır; ya ilk başından beri doğuştan o konuda verilmiş kabiliyet yahut sonradan kazanmak ya da  o konuda atıl, yetersiz kalış, başarısızlık...

Çoğumuz kendimizde olan yani Allah’ın bize ikram ettiği kabiliyetlerin farkında olmadan gelip geçeriz bu dünyadan. 
Çünkü kabiliyetler karanlık bir odanın duvarlarına asılmış tablolar/ aletler gibidir. Işık tutmadıkça görünmezler. 

Kişinin saz çalmayı denemekle sonuca göre bende müziğe kabiliyet yok demesi acele verilmiş bir karar olabilir. Belki telli sazlarda yoktur ama nefeslilerde muhteşem olabilir.
 
Öyle ya da böyle girişte de ifade ettiğim gibi severek ilgi duyup vakit harcayıp emek verdiğiniz şey - kabiliyetiniz olmasa bile- sizi büsbütün hâyâl kırıklığına uğratmaz. 

Tersi de böyledir, uzun süre yazmasam -kabiliyetim olsa dahi- körelir. Belki de artık yazamaz hale gelir,  hatta bu eylemden soğur, uzaklaşırım. 
Müteşairlik bile "beni emekli et, emeklediğim bu işten!"diye yakınmaya başlar. 

Ramazanı şerife dair hiç yazmadım haklısınız. 
Zaman geçtikçe daha tecrübeli ve bilgi sahibi olacağıma, daha acemi ve cahil oldum. 

Fark ettim ki oruç bize kitaplarda sözü edilen takvanın, zarif,  latif güzel bir kuş olarak kalbimizde yuva yaptığını ve minnacık mekruh işte bile kanatlanıp kalbimizi terk ettiğini gösteriyor. Onu uçurup kaçırınca da orucun manevi lezzeti kaybolup, oruç acıkmaya başlıyor. 

Bizi saatlerce oruca dayanıklı kılan şey aldığımız kuvvetli gıdalar değil, imanın gıdası takva. Onlar bunun için iki hurmayla oruç tutabiliyor, tutarken çalışabiliyor hatta savaşabiliyorlardı. Gıdalar görünúr dünya hayatı sebepletinden. Aslolansa takvanın olduğu kalbin Allah'tan başka hiç bir şeye ihtiyacının olmadığı hakikati.

Gecenin bu saatinde telefondan tek parmakla üşenmeden uzun yazdım, ah işte ezanlar okunuyor..