Sana varmak, hicretle yorulmuş bir nefesin seferi gibiydi,
gözlerin, ürkmüş bir muhabbet kervanının sükûtla göçü.
Yağmura benzerdi bakışların;
lâl kalsan dahi,
öyle ketum görünüp öyle sır ifşâ ederdi ki,
kirpiğinden düşen esanslı bir hatıra
mektupları mühürsüz bırakırdı.
Seni, kafeste ötüşe mahkûm bir bülbül sanmışlardı;
hâlbuki sen, yanık kanatlı Zümrüd-ü Anka idin.
Kanatlarının gölgesi kartallara bile düşmez,
dağların ardındaki sır dağlara konardın.
Bilmezlerdi ki,
ne Kafdağı’nı işitmişlerdi
ne Hira’nın nûruna ermişlerdi;
kendi yığınını “dağ” sananlar,
benlik taşını zirve zannederlerdi.
Senin kubben göğe değmişti,
minaren rüzgârın omzunda ezan okur,
avluna giren her yolcu
gözlerinde abdest alırdı.
Şadırvanın serinliğiyle
kalbinin avlusuna varan
her kim olursa
müezzin nefesinle çağrılırdı sevdaya.
Ama onlar,
ne taşında gizli duayı gördü
ne de minberine sinmiş hikmeti;
senin içindeki mabedi
yıktılar bilmeden...
Ve bir gün,
rüzgâr, kubbenden bir dua söküp
göğe taşıyacak;
o vakit anlarlar ki
suskunluğun,
en gür sesli ezanmış aslında...
O vakit,
Kafdağı’nın doruğunda bir gölge belirecek;
kanatları, ufku silecek kadar geniş,
bakışı, çağları delecek kadar keskin.
Simurg geri dönecek…
Fakat indiği yer,
ne onların tepeciği olacak
ne de aldanışla örülmüş avluları.
Yüksekten,
yargı dağıtır gibi değil,
bilenin vakarını taşıyarak bakacak aşağıya
ve yalnızca şöyle diyecek:
"Dağ, kendini bilmekle büyüktür;
siz, kendinizi bilmedikçe
benim inişim size vuslat değil,
sadece gölgedir."
Kanarya Banu Dağ