31 Ocak 2019 Perşembe

Rüveyda'ya mektuplar (48)

  


bunca acımın içinde, 
en haşmetlisi olmak için,
şu basit dünyama uğradığını bilememiştim…


Sevgili,

İşte yeni bir gün ve bu ismin zaman değirmeninde adı, haftası, ayı, yılı, asrı da var...

Geçen yıl da ocak ayında yazıyordum, mevsimler geldi, gitti de bir sen gelmedin, bir sen hiç gelmedin, belki de gelmeyeceksin… Gelmeyeni mi bekliyorum hâlâ? Şimdi sana öyle bir cümle söyleyeceğim ki o da bu ay, bu sabah gibi yeni, yepyeni olacak…

Pırıl pırıl fırından yeni çıkmış ekmek kadar sıcak ve taze,
Annesinden doğmuş yeni bebek kokusu gibi masum,
Topraktaki yağmur, yağmurdaki toprak kokusu gibi etkileyici,
Gül goncası gibi yeni tomurcuklanmış filizler gibi,
Gökyüzünde yalnız gezen dolunay gibi parlak
Güneş gibi göz kamaştırıcı ve sımsıcak…
Sadede geleceğim sevgilim;
Sana geleceğim, bize geleceğim tamam.
O yepyeni cümlem, harfler ve kavram olarak insanın yaratılışından çok ötelere dayanır.
Hep bildik, alışıldık gelir, sadece dilde söyleyip, gönülde hissedemeyenler için...
Oysa o cümle, gönül ırmaklarının çağlayanlarında neşvünema bulur.
Sonra gönül gülistanının kokusunda şakıyan bülbüllerin sarhoşluğunda coşar…
İçten gelmedikçe bu dudaklardan da, iş olsun diye telaffuz edilerek israf edilmez...
Şu moda olmuş, sakız olmuş, aşkım gibi içi de boşaltılmamıştır; bilakis, dopdoludur.
Sürekli söyleyip eskitilmeye de gelmez! Zamanında ve tam yerinde gönülden dile düşer. Tamam, sadede geliyorum sevgilim,

Şimdi, yeni giren an gibi yeni, benzerini daha önce de söylediğim, ama şimdi ilk kez söyleyeceğim, zarf ve mazruf farkıyla, ona yüklenen anlam canlılığıyla, taptaze bir cümle söylüyorum sana:

Seni seviyorum...

Seni çok seviyorum.

Ah sen…

Seni seviyorum demek bile güneş varlığının yanında sönük kalıyor.

Seni kelimeler arasında, kelimelerin sancılı ve sihirli dünyasında sevmek ve hep sevilmek ne güzel...

Sen, dolu dolu taşkın sevildiğin için, naz yaparsın ama bu kaprise dönüşmez. Mazeretlerin olur ama yalana evrilmez!

Ne olursa olsun sevdiğim, bana hiç yalan söyleme! Yalan söylemek öncelikle kendini kandırmak, sonrasında karşındakine Sen aptalsın, bak şimdi seni nasıl kolay bir yalanla kandırıyorum! demektir. Hayatımda pek çok kez, bana söylenilen yalanlara uzun süre kanmış görünmenin o tarifi zor lezzetini (!) tatmış biri olarak inan yalancılardan usandım… Biri ne zaman benden gizli bir iş yapsa, görmemek için gözlerimi kapasam bile, gün gelir yalanın mumu gözlerimin önünde söner…

Bana yalanlar söyleme! Değil inanmaya, inanır gibi görünmeye de artık hazır değilim. Yalancılar uzak olsun benden. Zaten yalana tenezzül edecek biri Rüveyda olamaz, ona Kalbim diyemem… Biz yalansız sevelim, hep…

Rüveyda,

İsmine yüklediğim anlamları sorumlulukları görüyorsun değil mi? İsmin, gri bir odada, hayata açılan bir pencere gibi... Seninle nefes alıyor, seninle kalbimin temposunu duyuyorum. Beni nefessiz bırakma! Sevmedim, sevemedim diyerek gitsen, kırılmam. Gitmeyip yalanlarınla kalırsan beni yok etmiş, sana olan sevgime kıymış olursun.

Sevgili Rüveyda,

Yetmiyor kelimeler seni anlatmaya. Acziyetin biçareliğinde, parlak ay gibi bana bakan varlığının karşısında, sudaki yakamozun dibindeki gölgeliğe sığınmış bir istiridye bile değilim... İncilerim gözbebeklerimde saklı duran ve sessizce süzülenler belki...

İsminin yanına ne cismim ne ismim kendisine bir yer isteyebilecek cesareti kendisinde bulabiliyor. Bir hayal belki herkese mahrem, gizli saklı, utangaç ve ıslak bir dünya, benim içimde gözyaşlarımla suladığım bir dünya…

Ne güzeldi o şiir, sen bana ezan çiçekleri açarken geldin [¹] diyordu. Oysa sen bana hiç gelmedin aşk, ben seni kelimelerin sancılı kuytularında, imkânsızlığın zirvelerinde ararken üşüdüm, dondum, kayboldum.

Sen bana ezan çiçekleri açarken bile gelmedin! Gelseydin, görseydim…

Sen bana yapraklarım, sararıp solup dökülürken bile gelmedin!

Gelsen de neye yarardı ki...

Ahı gitmiş vav'a dönmüş hâlim bu saatten sonra sana ancak yük olabilirdi. Oysa dualarımdan biridir: Allah’ım beni kimselere yük ve keder eyleme! Hakkım olmayana meylettirme! Beni bana bırakma! İkram ettiğin akıl ve iman nimetini bir daha geri alma! Dilimi duasız, kalbimi sensiz bırakma! Sen ezan çiçeklerini gördün mü Rüveyda?

Akşam ezanı vakti gördüm, ezanlar okunmaya başlayınca açılıveriyorlar, açıveriyorlar, ellerini Allah’a… Ezandan tarafa dönüyorlar… O hâlleriyle bize ne çok mesaj veriyorlar. Görülesi müthiş bir mucize…

Ömrüme bir Rüveyda konfeti gibi süzülmediyse, sitem etmem, kendimi suçlar, kendimden bilirim. Layık değilmişim demek ki der hadsizlik etmem. Ama sevmem konusunda bir pranga, bir engel yok. Seni sevmeyi, seninle aşkı, seninle aşkın sahibini sevmeyi sevdim... Leyla’dan Mevla’ya mı? İnşallah...

Rüveyda diyorsam, gül yapraklarının burcu burcu kokan koynunda bir iklimden bahsediyorum demektir. Rüveyda diyorsam, gökkuşağının renkleri arasında bizim hiçbir yerde duyulmamış bestemizin hicran makamından sana romanlar yazıyorum demektir. Rüveyda diyorsam, o beni yakan isminde, koskoca ve masmavi dünyanın ahenginde cenneti hayal ediyorum demektir.

Rüveyda diyorsam;

Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım,

Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım,

Dokunduğun küçük bir nakış da ben olsaydım,

Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım [²] demeye yüzümün olmadığındandır…

Ne seni bekleyen bir taş, ne seni çölde özleyen bir kuş, ne dokunduğun bir nakış, ne de sana sırılsıklam bir bakış olamadım, beyhude geldi geçmekte ömrüm…

Yanlış iklimlerde, yanlış şehirlerdeydim… İçime zıt, ruhuma savaş açmış, ruhumla kavga eden bu yerlere ait değilken, bir çıkış da bulamadan küstüm önce kendime, sonra insanlara, sonra şehre…

Sevgili Rüveyda,

Bu kez sanki yolun sonuna gelmiş gibi bir his var içimde!

Belki son birkaç mektup daha yazıp, sonra yine kelimeleri, mürekkebin kaynağından alıp, orada yazıp, orada, yani gönül defterimin yaprakları arasında kurutarak yazmayı sürdüreceğim. Son nefese dek. Son nefese dek seni seveceğim, sana yazacağım, gelmesen de seni bekleyeceğim. Belki kendimi seni aramak, seni beklemek ve seni sevmekle cezalandırıyorum. Ah bu ne güzel ceza bir bilsen!  

Gölgesi hüzün bir Murat


[¹] Cemal Safi
[²] Nurullah Genç


28 Ocak 2019 Pazartesi

Rüveyda'ya mektuplar (47)

 


içimizdeki depremlerle, 
sessiz sedasız geçip gidiyoruz hayattan…


Havalar soğuk, Kent Park sessiz, sakin ve üşüyordu… Biraz seni konuştuk. Sen ağlama, senin yerine akar derem taşkın taşkın! Gözyaşlarının bedelini bari bırak ben ödeyeyim! dedi bana…

Kabul etmedim! Her yara kendi içinde anlamlı ve herkes kendi yarasını kendisi sarmalı… Birinden yardım alırsan, sonra ömrünce borçlu kalırsın. Yardım aldığın bir insansa, gün gelir bir hatanda yüzüne vurmasa bile içinden geçirir yaptığı iyiliği…

Bir insana iyilik yapmak nasip olmuşsa ve bunu unutamıyorsa, çok hamdır pişmemiştir henüz… İnsan yaptığı iyiliği ve kendisine yapılan kötülüğü unutmadıkça pişmemiştir… Bizde bizim olan bir şey yok ki sevdiğim… Her şey Allah’ın mülkü ve O, dilediğine dilediğince veren ya da vermeyendir, arka planında binler hikmetler saklı…

Mesela Kent Park’a giderken yolumun üzerinde yaşlı, kuruyemiş satan bir dede var. Az sohbet etmişliğim de var. Emekliliği yok, gençliğinde her nasılsa serbest çalışmış ve ödeyememiş. Tonton ve çok onurlu bir dede. Kuruyemiş alınca paranın üstünü bıraksan, peşinden ısrarla gelir vermek için. Tabi benimle baş edemeyeceğini anladı artık ısrar edemiyor. Burada söylemek istediğim bana nasip olan küçük bir hayrı ifşa etmek değil, eğer Ben bir iyilik yaptım! dersem bu hamlıktır. Allah bana bir iyilik nasip etti, kerem eyledi, Allah bana bir iyilik yaptı, dersem hakikate dokunuştur. Bu sebeple dualarım arasında şunlar da vardır. Allah’ım cümlemizi iyilerle karşılaştır. Allah’ım karşıma ihtiyaç sahiplerini çıkart, beni o hayra layık gör. Amin.

Zekât vermeyi de buna kıyasla, o maddi fakir olmasa, sen zekât ibadetini nasıl eda edecektin. Yalnız o sana muhtaç değil, sen de ona muhtaçsın. Öyleyse verirken, tepeden bakarak, inciterek verme! Bildiğim bir şey varsa, insan parayı çok seviyor ve zenginler üzerlerindeki fakirlerin haklarını yeterince, cömertçe ödemiyorlar!

Sevdiğim,

Günlerden gri... Ayın kaçı diye sorma. Senin olmadığın yerde günlerin adının, ayın kaçıncı günü olduğunun ne önemi var ki...

Hastayım. Ruhumun derinliklerinden, onu içinde hapseden bedenimdeki her zerreme kadar hastayım. Ve şifam sensin Rüveyda, bunu biliyorsun?

Kendimi şu moda tabirle çevrim dışı nefeslenir buluyorum. Ne yediklerimde ne de içtiklerimde bir lezzet yok. Tadı alınmış, içi boşaltılmış, manasından uzaklaşmış bir sürgün benimki... Yaşamak nefes almaksa eğer, yaşıyorum.

Sanki içinde olmadığım bir hayata, dışarıdan bakan biri gibi ruhum. Sanki olayların benimle hiç ilgisi yokmuş gibi nötr bir hâldeyim bugün de...

Dedim ya günlerden gri ve benim gökkuşağım bir fon eşliğinde sana yazmak. Sana yazınca renkler yıldız tozu gibi serpiliyor gönlümün penceresinin önüne... Dalıp gidiyorum, beni çağıran uzaklara... Sana...

Basit kelimelere abanıp, onlara kimselerin görmesini istemediğim anlamlar, şifreler yüklemek; kendi sırları içinde bir mektubun son cümlesine kadar kontrolü mümkünsüz nefeslerle varıp iki damla gönül yaşıyla onların üzerini, tıpkı küçük masum bir çocuğun uykuda üzerini örtmek gibi örtüp kokusunu da içime çekerek yazmış olmak sana, hep sana… 

Sevgilim,

Seninle gri bile öyle asil, öyle güzel ve anlam yüklü ki bu rengi bir tek resmi kurumların yarım çekilmiş duvarlarında badana rengi olarak şık bulmazdım, soğuk gelirdi. Sanki gasil hane soğukluğunda. Zamanla duvarlara yakışmayan bu farklı renkten de vazgeçtiler. Yani bana bıraktılar, artık dilediğimce griyim ve derinliğine gri...

Gri bende yaradır.
Yaralarımdır.
Gelir her renk o yaraya dokunur,
Kanatır.

Rüveyda,

Bu insanlığın azaldığı, insan kalabalıklarının/kabalıklarının çoğaldığı çağda, sen benim tesellim, tutkum, hayalim, rüyam, nefes alma sebebim, ruhumun beslendiği kaynak... Belki de alın yazımsın.

Sen benim uyanmak istemediğim bir rüyasın. Biliyorum uyandığım gün, gözlerimi adına kabir denilen bir çukurda açacağım! Sürsün o ana dek bu sarhoşluğum. Bunu bana çok görmesin hayat...

Hadi bugün beni yatır dizlerine, sakalımı yüzümü okşa. Şarkılar söyle, şiirler oku... Yüzümde dolaşan parmaklarından çıkan notalarda tadayım huzuru...

Gözlerim kapalı, sonsuza dek dinleyebilirim onları... Günlerden gri ve her gün, her renk sana muhtaç Rüveyda, Bilseydin, gelirdin...

Gelişinin şerefine nice mısraların, dize dize dizildiğini görürdün, aşkla… Bilseydin, gelirdin… Bilseydin keşke... 

Rüveyda,

Sen benim zayıf yanım, zaafım, açlığımsın. Bazen ben kadar yakın, bazen siz kadar uzak... Bazen ben kadar içimde, nefesimde, saklımda, avucumda, kanımda... Bazen de siz kadar kâinatın başka bir galaksisinden bana el sallayan bir yıldızın üzerinde, bir peri kızı...

Özledim seni,

Grinin tonlarınca, griye hayat veren ne kadar renk cümbüşü varsa gel,
Gel ve boya beni baştan aşka...


Rengine adanmış  bir gri adam...


27 Ocak 2019 Pazar

mevzu derin!


 Senin yanıtını aradığın konu, 
bende cevabı çoktan bilinen bir mevzudur!






26 Ocak 2019 Cumartesi

taşınıyorum!...


Bu şehir, bu hikaye ve bu hikayedeki rolüm yanlıştı diyorum!..
Bu şehri, bu hikayeyi ve bu yaşı terk ediyorum!..
Bana yeni ve kalıcı bir rol gerek,biliyorum!
Kendi rolüme, kendi şehrime ve kendi yaşıma taşınıyorum!



25 Ocak 2019 Cuma

çay ve dem


''Kahve yalnız, çay dostlarla'' demişler.
Çayı da bir başına içiyorsan,
yalnızlığın iyice demlenmiş demektir...



Üşenmeden okuyup, uygulamaya çalışmalı!

- Elektromanyetik Alan" konusunda doktora yapmış bir kişiyim. Öncelikle dizüstü bilgisayarlarıni asla ve asla kucağınızda, dizinizin üstünde kullanmayın.

En çok manyetik alanı saç kurutma makinesi ve ütü yayar (bu aletleri kullanırken acele edin, işinizi çabuk bitirin. "Yatak odalarında televizyon, bilgisayar ya da cep telefonu bulunması tahmin edemeyeceğiniz kadar zararlıdır. Havayı iyonize eden elektromanyetik alan yüzünden çoğu zaman bir koku ile algıladığımız ancak gözle göremediğimiz elektrik yüklü parçalar havada asılı kalırlar. Saatlerce havalandırsanız bile tam olarak ortamdan süpürülmezler, her nefes aldığınızda ciğerlerinize bu parçaları çekiyorsunuz demektir. Elinizin hemen altındaki klavye ve Mouse ise her hareketinizde elektrik sinyalleri gönderir. Mutlaka kablolu mouse kullanınız. .
Aynı şekilde uzun süreli klavye ve mouse kullanımı maalesef bilekleri ve eli deforme etmektedir.

"RSI (Repetitive Strain Injury)" denen sürekli aynı bedensel hareketlerin tekrarıyla oluşan eklem rahatsızlıkları ve "Carpal Tunnel Sendorumu (tekrar eden hareket sendromu )" ciddi sonuçları olan ve ameliyat gerektirebilen hasarlar verirler. Lazer baskı yapan yazıcılar, çalışmaları sırasında ozon gazı üretirler. Uzmanlar kanser ve bağışıklık sistemi hastalıklarının, manyetik alanın zayıflattığı bünyelerde oluştuğunu söylüyorlar. Mesela çoğumuzun kullandığı Bluetooth kablosuz bağlantısı için HP firmasının resmi kitapçığı "lütfen sağlığınız için bir metreden kısa mesafede Bluetooth kullanmayın” diyor. Eğer bütçeniz yetiyorsa LCD dediğimiz ince ekranlardan alın.
Bunun radyasyon seviyesi daha düşüktür. Bilgisayar kasanızı bedeninizden uzak tutun. Kabloları mümkün olduğunca uzun tutarak çevrenizdeki boş alanı uzatın, Bilgisayar masanızı metal aksamdan değil, ahşap ve elektrik yükü tutmayacak şekilde oluşturun. Bilgisayarınızın bağlı olduğu prizi mutlaka topraklı yaptırın.

Günde bir kaç saatten fazla keyif, oyun ve web gibi zorunlu olmayan aktiviteler için bilgisayar karşısında zaman harcamayın. Son olarak, bilinen tüm elektronik cihazlarda elektromanyetik alanı yakalama becerileri yüzünden özellikle ametist kristalleri kullanmanızı ve bilgisayarınızın yakınına koymanızı önereceğim. Bu ametist kristalleri belli aralıklarla deniz suyuyla topraklandıklarında elektrik yükleri sıfırlanarak gereken koruma alanını sağlamaya devam ederler."

Sevgili okurlar, ben şahsen Balıkesir Dursunbey Güğü Köyü'nde çalışırken, köyde ametist madeni olması nedeniyle, bol miktarda ametist kristali edinmiştim. VE EN ÖNEMLİ KONU: . . . Eğer acil servis doktoru falan değilseniz, cep telefonunuz uyuyacağınız odada asla açık olarak kalmamalı. Gece siz uyurken Yatak Odanızdan en az 10 metre uzakta olmalıdır!!!! Yapılan araştırmalara göre 20 dakika boyunca cep telefonu ile kesintisiz konuşanların, bir sağlık kuruluşunda beyin kontrolünden geçmesi gerekiyor. Nitekim telefon ile konuşurken sınırı aştığınızda hep başınız ağrır.. Unutmayınki , konuşurken de telefonun patlama gibi bir tehlikesi vardır . . . Mutlaka KULAKLIK KULLANIN ! ! !

Telsiz telefonlarda da benzer tehlikeler mevcut, ev telefonunuz telsizse değiştirin, kablolu alın. Çamaşır ve bulaşık makineleri çalışırken yanında durmayın ( mesela bulaşık makinesini çalıştırıp yanındaki masada keyif çayı içmeyin veya masa keyfi yapmayın ), çünkü çok manyetik alan yayarlar. Özellikle çamaşır makinesinin, çamaşırları döndürme aşamasında hemen uzaklaşın. Son olarak; kullanmadığınız aletleri fişten çekin. Yapılan araştırmaya göre, "stand by" da yani bekleme modunda kalan aletler, gene elektrik tuketıyorlar. Ve ABD'de bekleme modunda tüketilen elektiriğe " vampir elektirik" deniliyor. Bu da gösteriyor ki elektronik aletler fişten çekilmediği, en azından güç düğmesinden kapanmadığı sürece bizim için tehlike yaymaya devam ediyor. Tüm bu aletlerin neden olduğu masraf ve küresel ısınma yetmiyormuş gibi, bizi de tüketiyorlar yavaş yavaş.

(Doç. Doktor Ayşegül Yıldız)


24 Ocak 2019 Perşembe

Bir uçuşun kısa anatomisi...


Sizler planlanmış yazılarımı okurken, bendeniz ülkeler aştım,insanlar gördüm.Gökyüzünde bulutlarla konuştum. Bulutların üzerine uzanıp, yeni şiirler aradım. Rüveyda'ya 47. kez yazdım.

İnsan eve dönünce, başka ülkede yaşadıklarının hayal gibi, rüya gibi, sanki hiç yaşanmamış gibi. Sanki orası kısa dünya hayatıydı da, gerçek hayata dönmüş gibi...
Hiç yaşamamış gibi, hiç tatmamış, hiç sevmemiş, sevilmemiş gibi...
Garip olurum ne zaman ülkeler aşsam.
Ülkeler şehirler aşmaya benzemez, mahrumluk ve hasret daha bir belli eder kendisini.
Gurbeti, garipliği en lüks ortamlar da bile olsanız hissedersiniz.
İnsanın kendi sınırları içinde olması ile, kendini aşacak risklere kanat açması farklı şeylerdir.
''Ölmek ne garip şey anne'' diyor ya şair.
''Uçmak ne garip şey anne!'' dedim uçarken.
Hem çok sevdiğim hem de biraz korktuğum ''sevmekle korkmanın'', korkarak sevmenin birlikte iki kanat gibi çırpınması...Bu yıl paraşütle mi atlasam ne..!? İzmir'de varmış, geçen TV'de gördüm...
Uçmak güzel şey, kuşları kıskanıyorum. Uçak yolculuklarında da mümkünse ille pencere kenarı isterim. Bulutları, bulutların altından şehirleri, gölleri, nehirleri, minicik evleri...görmek. Büyük resmi anlamınca anlamlandırmak. Kitabın sayfalarını çize çize çevirmek gibi...
Bitiyor be canım, eksikleri tamamlanamadan bitiyor işte ömrümüz...
Kuşlar misali, dün nerede bugün nerede, yarınsa meçhul işte...




22 Ocak 2019 Salı

Uzunca bir mektup aldım,mürekkebi kandan!


Stefan Zweig'ın, Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu kitabına benzer bir mektup aldım. 
"Sana, beni asla tanımamış olan sana." der ya kitapta, adamı delice seven kadın. 

Aşağıdaki mektubu aldıktan sonra, daha çok içime çekilesim var. Hiç yazmayasım, hep susasım. Kim bilir, bilerek ve bilmeyerek kimlerin kalbine dokundum. Ben gibi basit biri bunları yaşıyor, yaşatıyorsa, ünlüler dünyasını düşünmek bile istemem!

İstasyonun son durağında gelecek olan treni bekleyen bir yolcu gibiyim. Umutsuz vak'a! Çok kadın bunu zamanla geç de olsa, faturası ağır da olsa anladı. Benden bir şey olmaz deyişim hep bu yüzden. Beni en masum, çıkarsız ve sadıkane seven yalnızlığım. Ona ihanet etmeden ölesim var.

Zweig'ın kitabı beni çok ağlatmıştı, aşağıdaki mektup da...Mektup sahibinden çok çok özür diliyorum. Onun gibi olan herkesten...



''Sevgili/m!

Nefesim, Kalbim...

Sana bu satırları yazarken gözlerimin bile farklı baktığının farkındayım kağıda. Çünkü adının geçtiği yerde yetersiz kalıyor alfabem; aşkla bakıp sevgiyle görüyorum her şeyi.
Bu hayatın anlam yükünü sevginle taşıyorum. Seni ilk gördüğüm anda yaşadığım heyecanı aylar yıllar da geçse seni tanımanın mutluluğu içinde olacağım. Allah'tan dilerim ki bu heyecan, hiçbir zaman eksilmesin. Sınırsız hayallerimin içinde her zaman yer alıyor, her aklıma geldiğinde mutluluk veriyorsun.

Ey ömrüme ömür katanım!
Varlığından mutluluk duyduğum. İçimdeki burukluğu, ruhsuzluğu nasıl anlatabilirim bilmiyorum. Senli düşlerimde keşkelere yer yoktu. Şimdi sensizlikle boğuşuyorum, kalmadım, bittim tükendim. Yokluğunda her geçen gün eridim. Seni sevdikçe güzelleşen ben yokluğunla baş edemiyorum, sensiz geçen her gün ölüme biraz daha yakınlaşıyorum, ölüyorum. Sensiz ölüyorum!...

Seni izliyordum gizliden, sana gelip giden insanları (kadınları) izledim, bütün bunlar sana yönelik merakımı azaltacak yerde sadece çoğalmasına yol açtı. Bu arada çok, hemde çok kadın geliyordu. Özel bir şey geçirmiyordum aklımdan onlar için. Belkide geçirmek istemiyordum.

Seni gözlediğimde ki o tutkulu merakım özünde çocuk kimliğimde yaşanan bir aşk olduğunun henüz farkında değildi. Sen, bir sevecenlik tavrıyla o yumuşak ve insanı sarıp sarmalayan bakışınla bana baktın. Hepsi bu kadardı….
Ancak ben o narin ve sevecen bakışını hissettiğim andan itibaren sana aşık olmuştum. Gördüğüm sadece bir bedenden fizikten öte bir şeydi, ruhunu gördüm o ruhun içindeki bu sözleri yazdıran aşk kokan adamı gördüm. İşte o andan itibaren seni sevdim… Senin gibi, kadınlar tarafından hep şımartılan bir erkeğe çok sık söylenmiştir bu sözler...

Senden uzaktayken mutlu, halimden memnun yaşamak istemiyordum. Matemdeydim ve matem tutmak istiyordum. Seni görmekten yoksun oluşuma. Saatlerce, günlerce seni düşünmekten başka birşey yapmıyordum. Sana ait yüzlerce küçük anıyı, her bekleyişi kendim için yeniliyordum. Sana olan tutkum hep aynı kaldı…

Ben yine yalnızım, her zaman olduğumdan daha fazla yalnızım ve hiçbir şeyim yok. Senden taraf hiçbir şeye sahip değilim. Kırık dökük şu kalbimde kederimsin, sebebimsin. Yitip giden şu ömrümde tükenmeyen ümidimsin. Sensiz ben olamam yıkılırım, ayakta duramam, eğlenemem, gülemem kahrolurum yokluğunda yaşayamam…

Aç bırakmışlar seni sevgisizliğe mahkum etmişler seni, sevgisizliğe mahkum edip heba etmişler seni. Oysa bilselerdi ellerindeki mucizeyi. Sevgisizliğe doyumsuzluğun hep bundan.
Sen çok güzel sevdin de onları ya onlar seni!
Onlar sevdiğinin yarısı kadar sevemediler, sevselerdi belki de bu denli mutsuz olmazdın.

Evden ayrılmadan önce Rüveyda’ya yazdığın mektupları kâğıtlara çıkardım, çok da iyi oldu arkadaşlık ediyor, sana olan özlemimi bir nebzede olsa alıyor onları okurken.

Bana deli diyebilirsin imkansız birini sevmek mi delilik, olmayacağını bile bile!?
Ya senin yaptığın ne olmayan hayali bir sevgili yaratmışsın kendine onu seviyorsun! Biliyor musun ben senden daha cesaretliyim imkansız da olsa sevdiğim adam yaşayan bir fani gerçek hayallerimi süsleyen olmayan hayali bir sevgili değil!

Senin varlığın o kadar büyük bir nimetken bana, yokluğunu düşünmek bile istemiyorum. Hiç bir şey yapamasan da bana ettiğin duaların hakkını ödeyemem. Alışırım sanmıştım yokluğuna olmadı yapamadım, hiç istemesen de yaşarım ben seni. Ne seninle ne sensiz söz geçmiyor bu yüreğe, kelimeler yetersiz sen olmayınca olmuyor…

Ben sana hasretim alışamam inan yokluğuna. Yanımda kal düşlerim yetmez ki bana, çok geç rastladım sana. Biz hiçbir zaman birlikte olamayacağız bunun da farkındayım.

‘’Bambaşka bir yerde olmak isterdim. Pek çok şeyin bambaşka olmasını isterdim’’ 

Ben sendeki o sıcaklığı ve sana olan uzaklığı seviyorum. Yalnızlığımı seviyorum, en çok yalnız kaldığımda beni bulan gönlünü seviyorum. Gece kafamı yastığa koyduğumda saçlarımı okşama ihtimalinin bile o kadar güzel olduğunu fark ettim, bir de o ihtimalin gerçek olduğunu düşündüm. İşte o zaman daha çok sevdim seni…

Rüveyda’ya yazdığın güzel mektuplar geliyor aklıma. Yazdığın bütün mektupları okudum. Ben orada o mektuplarda kendimi gördüm, işte o zaman fark ettim hikayelerin aslında bize ait olduğunu. Öyle güzel seviyordun ki, inanamazdım böyle güzel sevebileceğine bir insanın. Çok güzel seviyorsun Rüveyda’yı. Bir bilse bu Rüveyda nasıl şanslı olduğunu, kendimi onun yerine koymak ne haddime sadece yazdıklarında gördüm kendimi. Belki de senin onu sevdiğin gibidir seni sevişim. Benzerliğimiz bundan belki de kendimi o satırlarda görmem. Onun senin için imkansız oluşu gibi senin de benim için imkansız oluşun belki de.

Mutluluğu da hüznü de bir arada yaşıyorum, mevsimlerim karıştı. Tüm tabiatımı, bitki örtümü, toprağımı sen benim tüm kimyamı değiştirdin. Ne zaman sevgini hissetsem hemen güneş doğuveriyor. Senin olmadığın zamanlarda sanki soğuk rüzgarlar esiyor, üşüyorum...Gelsen de artık yokluğunla imtihan etmesen beni.

Şunu aklından hiç çıkarma; seni her zaman ilk günkü heyecan ve tutkuyla seveceğim. Seni ne kadar sevdiğimi anlatmaya dilimin de aklımın da yetersiz  kaldığını, zaten böyle büyülü bir aşkı, şu kısacık satırlara sığdırmanın da hiçbir şekilde imkanı yok. Zamanın  ve mekanın öneminin azaldığı şu saatlerde sana bu mektubu yazarken ne çok sevdiğimi bir kez daha fark ediyorum.

Bir insan bir insana nasıl bu karda güzel bakabilirdi? Anlamlar ve duygular nasıl bu kadar iç içe geçebilirdi? Aramızda mesafeler var biliyorsun. Ama bu mesafelerin öneminin olmadığını da biliyorsun. Hem mesafe dediğin nedir ki! Ne kadar uzak olursan ol kalbim seni hissettikçe en yakınımdasın… Kendini tutmak zorundasın diyorum, santim santim çürüdüğünü hissetsen bile, ayaklarına kapanmak için can atsan bile, yüzüne bakmak, sesini duymak için çıldırsan bile susmak zorundasın diyorum ve susuyorum…

Bazen diyorum; beni sevenlerin aşkına karşılık vermeyişimin ahları mı, senin bana imkansız oluşun!? Ah… ah  bir bilsen içimin yangınlarına sebep olduğunu… biliyor musun; iki insan birbiriyle tam bir uyum içinde yaşarsa, konuşmadan ya da yarım sözcüklerle bile anlarlar birbirlerini. Seninle uyum içinde yaşamanın güzelliklerinin tadına varabilirdim, varabilirdik…

Rüveyda’ya yazdığın mektuplarda beni anlatan o kadar çok cümlen var ki! Bunları sana hatırlatayım, senin Rüveyda’ya karşı hissettiklerini hissediyorum kendini benim yerime koy da düşün!

‘’sana ulaşmak isterken, hep hayat dolandı ayaklarıma, şartlar, mesafeler, öncelikler, hatta mevsimler’’

‘’Bu uzaklık yakışmıyor bize. Ömrümde bir kez nefesin nefesimle buluşsun. Gördüğüm suret, son tablo, okuduğum son şiir sen ol’’

‘’Bu hikaye böyle olmamalıydı, bu tren kaçmamalıydı, geç kalmamalıydık birbirimize, geç bulmamalıydık birbirimizi’’

‘’Bu uzaklık, bu hicret daha ne kadar sürecek?’’

En çokta Rüveyda’ya 5.ci mektubunu çok güzel açıklamışsın. Hayalindeki kadını… ne istediğini bilen bir adamsın…

6.cı mektubunda annenden bahsetmişsin ''hiç değilse ömrümde bir kadını mutlu edebiliyorum'' demişsin. Annen hatalarınla seni olduğu gibi seven kabul eden kadın. Seni annen gibi sevemezdim, ama annen kadar sevebilirdim.

‘’karşılaşsaydık eğer sana güzel bakabilirdim. Sevgi dolu, sımsıcak, sadık, yalansız, riyasız, sahici. Ömrüne ömür katardım’’

‘’ Sizin uzakta olmanız, nasıl ki sevmemem mani değil, bilakis içimdeki ateşi körükleyen bir nefes gibi’’

‘’Gelmeyince mayalanmıyor sözler, şiirler. Söküğüm dikiş tutmuyor, ekmeğime katık bulunmuyor, içtiğim su kandırmıyor. Hayat beni doyurmuyor, başka insanlar ruhumu avutmuyor’’

‘’Seninle güzelleşiyor hayat, yoksa kahrı çekilesi değil’’

‘’İnsan ömründe bir kerecik olsun, delilik yapsa, tadına vara vara, ne çıkar.. hep akıllı olduk da ne oldu, yine birileri bir şeylerimize kulp takmadılar mı?’’

Bunlar da korkuların;

‘’Bu gece yola çıkıyorum, yarın kapınızı çalıyorum deseniz sevinir miyim bilmiyorum!?

‘’Ya yanımdayken, beni uzaklardaki gibi sevemezseniz! Ya sihir bozulur da, beni alelade biri gibi addederseniz? İki vakte kalmadan gözünüz aşina, gönlünüze sıradanlaşırsam. Ya istemsiz bir hatam sizi incitir de benden geri çekerse…’’

‘’Şu kısacık hayat, bu kadar hoyratça heba edilecek kadar kıymetsiz değil inan’’

Bunları yazan sen kendini yalnızlığa mahkum eden yine sen, neyin cezasını veriyorsun kendine?

Her yaşın bir güzelliği yok mudur? Çocukluğun, gençliğin, yaşlılığın! Çocukluğunu mu yaşayamadın? Gençliğinde kanının kaynadığı zamanlarda aşkı mı bulamadın? Sevdiğin kadınla evlenemedin mi? Sevilmedin mi? Şimdi ömür geldi geçiyor yalnız mı bıraktılar seni tek sığınağın annen mi?  Bu kadar mı soğudun dünyadan, yaşamaktan, lezzet vermiyor mu hiçbir şey sana ölmeden mi öldürüceksin kendini. Yaşın bir önemi yok ben de ölebilirim senden önce bu genç yaşıma rağmen. Ölümü hatırlamak iyi ama bu kadarı hayatını mahveder...
Eski senden eser kalmadı  bu, yazdıklarına da yansıyor artık farkında mısın? Dön bir bak aynaya sayfalar dolusu şiirler yazan şen şakrak adamdan geriye ne kaldı. Kendi ellerinle hayatını mahvediyorsun bu da günah biliyor musun ruhuna eziyet etmen kendini mutsuz etmen günlerini böyle heba etmen… toparla kendini artık yaşının güzelliklerinin farkına var.

‘’insan sevdiğini duygularıyla bile yormamalı yük olmamalı insan, severken bile’’

Baksana nasıl güzel seviyorsun :

‘’Sana sarılmak istiyorum. Yazınca olmuyor işte, söyleyince de eksik’’ demiş bir şair.

En çokta ihtiyacın olan şey bu aslında sevilmek ve sevmekti.

‘’Ben seni bulup keşfetmemiş olabilirim, bari sen beni bulup keşfetseydin’’

Diye sitem etmişsin oysa ki sana gelen tüm yollarımı kapattığını bu kadar imkansızlığa rağmen duvarlarını örmeye devam ettiğini hatırlatmama gerek yok sanırım.

‘’Yoksan ruhum ağır gelir bedenime’’

‘’Üşüyen bedense bir çaresi bulunur elbet. Ya bedenin içindeki kalpse’’

‘’Biz aynıyız ve biz ayrıyız’’

‘’Sana dokunmak  istiyorum.. sadece dokunsam şifam olacaksın biliyorum’’

Ne hissediyorum? Sen ne hissediyorsan onu hissediyorum! Sen bunları Rüveyda’ya yazarken ne hissediyorsan ben de onu hissediyorum.. sen Rüveyda'ya karşı, ben sana karşı hissedişlerimiz… İkimiz de imkansızlığı sevmişiz aslında…

Hiç yaşamadığımız, yaşayamadığımız şeylerin anısına da sahip olabiliriz düşünü kurarak, orada imkansızlık yok engel de. Boşluk ve yokluk, hem var hem yok. İşte bu dayanılmaz biliyor musun?

Düşünmemem gereken şeyleri düşünüp durduğum için hep başım ağrıyor. Söylemek zorunda olduğum şeyleri söyleyemediğim için de boğazım... Ve hiç bir yere sığamıyorum. Yanımda olmayışın beni harap ediyor. Yoruluyorum artık, hepsi bu…

Aşkın rengi gri değil, kaldır başını bak gökyüzüne, etrafına her taraf gri mi? Yoksa bakan gözlerin griden başka renk görmez mi!? Fırsat verseydin eğer ömrüne ömür, yüzüne tebessüm olurdum.

Senin sözlerinle veda ediyorum sana…

‘’Vedalar sevimsizdir, ölüm gibi soğuktur, zaten veda ölümdür. Sana veda etmiyorum, etmeyeceğim. Cennete varmamız nasip olursa  ya da sen benden önce girersen, beni de dile Allah’tan olmaz mı? Bir kadın vardı de, dünyada hiç yüzümü görmeyen, hiç yüzünü görmediğim. Sürekli beni isteyen, beni masum bir kıymet verişle çok ama çok temiz seven. onu diliyorum Rabbim senden… onu diliyorum. Madem ömür dediğimiz bu dünya ile sınırlı değil, seni ahiretim için diliyorum. İlk günkü gibi dün ve bugün…''


''Kısacık ömre, bir aşk  büyük bir aşk, sığar mı? Hele imkansızsa… sığmadı işte…'' 




21 Ocak 2019 Pazartesi

sen kalıyorsun...


- Neden gözün kapalı yürüyorsun?
- Bütün yolları ezberledim
- Ama düşebilirsin
- Bütün düşüşleri de ezberledim.
.
Dancer in the Dark (2000)





20 Ocak 2019 Pazar

bir kez daha


bir kez daha ıslanasım var nisan yağmurlarında,
bir kez daha sırılsıklam, toprak kokusunda...
bir kez daha sevesim var, bahar tadında,
bir kez daha iki damla ile karışmak yağmurlara,
ve hasret çekmek sevgiliden yana, 
bir kez daha...

10 Ocak 2019 Perşembe

Sizlerden gelenler ocak 2019

''Sen gri değilsin aslında.
Sen tüm renkleri içinde herkesten çok saklıyorsun.
Öyle renkli öyle canlısın ki.
Sana gri diyen, tüm renklerden utanır.
Öyle sevecen öyle neşeli öyle dopdolu
Öyle kültürlü öyle harika öyle asil.
Öyle nazik öyle güzel bir adamsın.
Konuş karşımda susma.
Yıllarca dinlerim seni.
Sözünü kesmeden.
Başka bir şeysin sen. İnan bilemezsin.
Bu duyguyu daha önce hiç yaşamadım ben...''

***

''Dilerim 2019 size daha fazla umut, daha fazla sevinç ve daha fazla mutluluk getirir. Her şeyin gönlünüzce olduğu, sağlıklı, başarılı, huzurlu, bol şiirli bir yıl olması dileğimle mutlu yıllar... inşallah mektuplarınızı ve şiirlerinizi derlediğiniz bir kitapta çıkarırsınız 2019 da. Yüzümüzden tebessüm  kalbinizden sevgi eksik olmasın.''

***

''Varlığınız, insanlara ilham olsun, varlığımız insanların, yolu, yoldaşı, örneği olsun. Bahar çiçekleri kadar güzel koksun.''

***

''Eğlenceli esprilisiniz, hep hüzünlü şiirler yazıyorsunuz ama içiniz bazen yaramaz çocuk gibi.
Ve ben ince bir ruhunuzun ve mükemmel bir kalbinizin olduğunu düşünüyorum.''

***

Sevgili Murat bey,
2018 yılında sizi tanıdığım için çok mutluyum.
Lakin sizi geç tanımış olmanın üzüntüsü var içimde.
Yeni bir yıla girerken  her şey için teşekkür etmek istedim size.
İyi ki tanıdım şiirlerinizi, iyi ki hayatımın bir yerlerinde oldunuz......... dostluğun için sizden öğrendiğim her şey için çok teşekkür ederim...
Bu yeni yıla girerken yeni bir yılın size ve sevdiklerine sağlık huzur mutluluk başarı getirmesini diliyorum.  İçimden geldi yazdım kusura bakmayın.
Kendinizee çok dikkat edin sevgiler🤗

***

''Üstadım, 1K'ya dönmeyecek misiniz, yokluğunuz o kadar keskin belli ki! Lütfen gelin yine aramıza. Çok özledik sizi.''

***

''Size hep hayran yaşayacağım lakin yaşamak neydi diye sorduğumda,
ölümü soluduğumun farkına varacağım.
Her şey, her şeyken, tek farkını belirleyen siz olacaksınız.
Çünkü imkansız olan en imkanı olandır.
En çok onu hisseder en çok onda ölür doğar yıpranır yaşarsın...''

[ Hayran olunacak biri asla değilim, sıradan basit yaşayan basit biri. Hele hayranlık ve ölüm kelimeleri yanyana gelince beni ayrıca üzdü.MM ]

***

Rüveyda'ya mektuplarınız harika. Lütfen kitabı olsun elimizde.

***

''Yerdeki muz kabuğunu görmezden gelip,
üzerine basıp, düşelim mi?:)''

[ Bazen insan görmezden gelmek istiyor da, o kayma, kayıp da kayıp olma, düşme riskini göze alamıyor, almıyor. MM ]



Hak etmediğim, sizin güzelliklerinizi yansıtan mektuplarınızı bazen kırparak, bazen burada yayınlamadan okuyorum. Ve bazen gözlerimde yaş sebebi. 
Güzel sözleriniz karşısında mahcubum.
Hayırlı, güzel olan her şey sizleri de bulsun, sağlıkla afiyetle...
1k konusunu kapattım biliyorsunuz. Ama her fırsatta sizleri okuyor bazen yorumlara kadar takip ediyorum. Bazen de 1K arama motoruna adımı yazıp bu fakirden alıntılarınıza denk geliyorum. Tumblr daki vefalı dostlar da buna dahil. 
Sonsuz teşekkürler ediyorum.
Moral sebebim güzel dostlarımsınız sizleri seviyorum...



9 Ocak 2019 Çarşamba

senindi...



Ben kendimi senin gözlerinin tam ortasında, 
tam ortasında düşledim...
Sesine sarıldım da, bir çocuk gibi kendimi avuttum...
Korkularım, dinmeyen o korkularım olmasaydı, 
Bu kırgın ama samimi seven adam senindi yâr...


7 Ocak 2019 Pazartesi

Rüveyda'ya mektuplar (46)

 


kendi paradoksunda,
kendi avazını dinleyen insanları anlamanız gerekmez, 
incitmeyin yeter!


Yeni bir yıla daha girdi, eskiyen fiziğim, biraz daha yorgun ruhum ve biraz daha seni özleyen kalbim ile… Ocak adı verilen ay, ocakların, kaloriferlerin canlı canlı yandığı mevsim. Henüz kar görmediysek de yüksek tepelerden kokusu vurur bazen ve ben bu kokuyu da çok severim… Özel günlerle oldum olası aram pek yoktur. Bayramlar nicedir içime sevinç olmaz, doğum günümü bilenlerden bana hediye alacaklara son yıllarda rica ediyorum hediye almayın elbise dolabım yeterince şişko diye… Kitap olabilirse de ne gerek var zahmete ben alırım… Biri bana hediye alınca sanki yük olmuşum gibi gelir, ben hediye etmeyi çok severim.

Yeni yıla girerken rakamlar değişiyor ve biz umutlu sözcükler, dileklerle girmiş olurken biliyoruz, iyiden yana bir şeyin değişmeyeceğini ve her geçen yılı arıyoruz aslında… O yeni yıl mesajlarıyla birbirimizi kandırdığımızı fark etmemiş gibi
yapıyoruz, hiç değilse bir süre…

Ahir zaman/modern zamanlar da yaşlı dünyamız kaybettiği merhameti arıyor. İnsanlarda gelecek endişesi, savaş korkusu, yurtlarından evlerinden edilmiş, sürülmüş mazlumlar, mülteci akınları, haksız yere kıyılmış canlar, adaletsizlikler almış başını gidiyor.

Çocukluğumda olan biten şeyleri anlamadığım kadar çocukken büyüklerin Dünyanın çivisi çıktı arkadaş! sözüne pek anlam yüklemezdim ama onu diyen büyüklerim bu günleri görselerdi, çivinin yerinde nasıl yeller estiğini görürlerdi!

Her şeye rağmen umudumsun Rüveyda!

Yıkılmış, talan olmuş kalp evimi sen onarır, sarar, iyileştirebilirsin, yalnızca sen! Sürgünler ülkesine firar etmiş, sevgiye dair ne kadar duygum varsa, onları yeniden geri çağırır, beni iyileştirebilirsin, yalnızca sen!

Gelsen, en beklenmedik bir zamanda, en umutsuz, kızıl bir akşamüzeri. Yüzünde açan çiçeklerle, bahar bahar gözbebeklerinde, sahici bir şefkat ile... Artık sana hasret yok, kederler senden ırak olsun, sonsuza dek seninleyim adam! desen. Ben ağlamalarıma engel olamasam, sen o ırmakları pamuk ellerinle silerken buselerinle kurulasan...

Dilim kımıldasa ama heyecandan adını söyleyemesem... O, zamanlarca sayıkladığım adını. Dilim yerine pervaneler gibi dönen, çırpınan ruhumu görsen. Sana çok geç kalmışım adam, affet beni! derken sarılsak, birlikte inciler döksek kayıp zamanlara...

İşte o anda zamandan, mekândan, şartlardan soyunup soyutlanarak, kanat açsak sonsuzluk iklimine el ele... Bu dünyada işi bitmiş, ununu eleğini elemişler gibi ardımızda kalan kederlere el sallasak...

Rüveyda,

Adına kanat açan ruhum çok yoruldu, hâlâ gelmeyecek misin?

Hâlâ sarmayacak mısın?

Ne gün bitecek bu hasret?

Günlerim hicranlara boyanmış, hepsi gri bir rengin, hüzün makamında, eskiyip heba olmakta...

Gel artık, bayram olsun.
Sar artık, hasret renk değiştirsin.
Avuçlarında kalmalı yüzüm.
Bir gülü koklar gibi, bir bebeği öper gibi, kalmalıyım avuçlarında.
Avuçların sonsuzluğa açılan pencere Rüveyda...
Ah biliyorum, nasıl da güzel kokuyorlar...
Bir serçe gibi avuçlarında ölebilirim...

Ben seni yokluğunda bunca sevdim, bunca bekledim. Azad istemez bir köle gibi, gönüllü adadım uğruna bu ömrümü Rüveyda...

Gelmesen de kırılamam sana, sevmesen de...

Sitemlerime aldırma sen, sevgidendir.

Seven sevdiğine, çıkışır, sitem eder, ah eder ama beddua etmez.

İster ki hep iyi ve mutlu olsun sevdiği...

Ya benimsin ya toprağın çirkin anlayışı uzak olsun bu diyarlardan...

Sevgi ne zamandan beri şarta bağlı oldu ki… Aşk, şartlara aldırmaz, yaşa başa da bakmaz.

Ruhlar... Hepimiz nasılsa aynı yaştayız. Kılıç mı, kın mı daha önemli?

Kılıç ruh, kın beden ve insan ruhuyla sever, beden yuvasının içinde...

Günü gelince de o yuvadan uçar gider, gerçek ülkesine...

Sevgilim Rüveydam,

An geldi, gördüğüm her yüzde, her gözde seni aradım. Kent Park şahidim…

Böyle biri midir, böyle mi bakar, böyle mi güler, acaba? dedim. Sonra anladım ki beyhude bir arayış bu. Ruhun ruhuma değmişti, ruhun ruhumu istila etmişken benimki mazruf yerine zarfa nazardan ibaret bayağı bir şey olurdu.

Kâinat öyle güzellerle dolu ama hiçbiri sen değil, hiçbiri Kalbim değil, hiçbirine çıkmaz bu adamın yolları, çıkmasın da... Bir daha bıraktım yüzlerde seni aramayı… Bu bile sanki sana ihanetti, vazgeçtim… Ben seni sessiz zamanlarımın, sessiz notalarında arıyor ve buluyorum. Ben seni rüyalarımda görüyor, sarıyor, sarmalıyorum…

Senin gurbetinde, sıla hasreti çeken bir muhacirim ben Rüveyda...

Yerim yurdum sensin.

Garibim, eksiğim, gelip tamamla beni...

Gri gölgelerin arkasına saklandım bunca zaman, gel, tut ellerimden gökkuşağında döndür başımı... Buse buse... Sevgilim Rüveydam,

Ben en güzel sende düştüm.

Gözlerinin dipsizliği ile başladı ilkin ve bir daha hep devam etti düşmelerim.

Saçlarına tutunacak cesaretim de olmadı.

Seninle düşmeleri, düş gibi sevmeleri sevdim ben.

Derken, hayattan düştüm yokluğunda.

Şu yalan dünyadan sıyrılıp, aşinası olduğum hayallerinle avundum, teselli aradım.

Umudumsun Rüveyda...

Kafiyesiz, bestesi yapılmamış, duyulmamış güftemsin ve ben seni her türlü sevdim.
Şartlara boyun eğip, zaman aşımında eskitmedim.
Ben seninle yenilendim.
Sevginle temizlendim. 

Kalbin Murat


5 Ocak 2019 Cumartesi

başrol benimdi...


geç kalınmış hikayelerde
vardım hep!
başrol benimdi...
bütün ayrılıklar,
bütün hasretler,
adıma ısmarlanmıştı.

geç kalınmış hikâyelere
yuvarlanıyordum hep...
başrol benimdi...
gözyaşı gecelerinde,
mumların gölgesinde,
sabahlamak bana yazılmıştı.

geç kalınmış hikâyelerde
geçiyordu adım...
başrol benimdi...
gül kokulu tebessümler eşliğinde,
sonu vedalarla muştulanmış,
bütün ödüller bana!..

geç kalınmış hikâyelere
vardım hep.
henüz ironisi taktir edilmemiş,
aynalarda dans eden gölgeler!
ve
zarfı açılmamış,
sırasını bekleyen,
nice hüzün dolu senaryolar...
dedim ya:
başrol benimdi...





4 Ocak 2019 Cuma

''Çünkü insan, bastırdığı duygunun esiri olur.'' Cahit Zarifoğlu


''Acını yaşa
Öfkeni de yaşa
Ve seyret
Kendini sakın bastırma
Öyle suyun üstünde akan yaprağa bakar gibi bak
Uzanıp onu almaya kalkışma
Kendini suçlama, başkalarını da suçlama
Olacak olandan kaçınamazsın.
O yüzden hiç bastırma kendini
Baskılama
Çünkü insan, bastırdığı duygunun esiri olur.'' Cahit Zarifoğlu

Çok basit bir dil kullanarak özetlersem; Frued ve kızı Anna çocuklar üzerinde araştırma ve deneyler de yaparlar. Anna Londra'da kreşler açarak çocukların istediği ne varsa verilmesini sağlar. Ego, süper ego baskılanmayacak, ne isterse vererek özgülüğün, dahası mutluluğun (!) doruklarına ulaşacaklardı. Kısa zamanda tam aksi oldu. Çocuklar her şeye kolay ulaşmanın şımarıklığı ile disiplinsiz ve sorunları artan varlıklar haline dönüştüler. Anna'nın (dolayısıyla babası ve hocası Ferud'un) bu kuramları çökmüş oldu. Buradan Frued'un yeğeninin öğrendiklerini daha sonraki yıllarda nasıl reklamcılık alanında sömürü odaklı tüketim toplumu çerçevesinde, kapitalizmin emelleri için kullandığı konusu bahsi diğer önemli bir konu. Reklam sektörünün algılarımıza, bilinçaltımıza (psikolojik danışmalanlar eşliğinde) hitap ettiğini bilmemiz yeterli olsun.

Bu girişten sonra şiire dönelim. Elbette insan acısını, öfkesini ''zamanında ve dozunda'' yaşayacaktır. Bunu baskılamak, frenlemek, ötelemek, ertelemek insan ruhunda hasarlar bırakabilir. Acı yaşanır, sonra geçmişe terk edilerek,üzeri yeni gelen anlar,günler ile örtülür.
Öfke konusunda da, uzmanlar öfkenin atılımı için spor müsabakalarına gitmeyi, evde müzik eşliğinde sesli şarkı söylemeyi bağırmayı salık veriyorlar.

Her insanın kendisini suçlayacağı yanlışları vardır, olabilir, olacaktır da...Beklenen, zaman yani yaş ilerledikçe bu yanlışların minimuma düşmesidir. Olacak olandan kaçamamak konusu da yine ayrı bir bahis. Kader; bizim toplumlarımızda çok doğru anlaşılmış bir konu da değil.Uzun yıllar önce bir kadın, kötü yolla bedenini satan bir kadın için, ''kadının ne suçu var, ne yapsın kaderi öyleymiş!'' demişti!
Kader konusunda yanlış bilgi sahibi olmak, ait olduğumuz dünyayı her alanda geri bıraktı desem yanlış olmaz. Oysa gerçek kader anlayışı bana tedbirli,akıllı olmayı öğütlerken, çalışmaksızın bir şey elde edemeyeceğimi de ihtar ediyor. Elimden gelenin, en iyi,en doğrusu ve en güzeli yaptıktan sonra; olacak olandan kaçamazsam kader vuku bulmuş olur. Yoksa :

''Olacak olandan kaçınamazsın.
O yüzden hiç bastırma kendini
Baskılama
Çünkü insan, bastırdığı duygunun esiri olur.'' anlayışı nereden baktığımızla ve şairin ne kastettiği ile ilgili uzun izah isteyen bir şiir.

Araştırmadım ama bu şiir, şaire sağlığında sorulmuş mudur acaba? Konuyla ilgili detaylı bir bilgi gelirse bu yazıya ekler, güncellerim. Yoksa avam gözüyle bakınca hayli problemli bir düşünce!
Bu satırların yazarı, nefsinden çekmiş ve çekmekte olan biri olarak zarif adamın bu şiirinin onun kaleminden çıktığına inanmayasım var!

Zira bu şekliyle bakınca, nefsinin bitmek bilmez, sonu gelmez arzu ve isteklerini ''bastırmadan, baskılamadan'' yerine getiren bir insan, asıl egosunun, duygularının esiri olur. Kaldı ki bunun kötü örneklerini her an kendimizde, çevremizde, haberlerde görmekteyiz. Baskılanıp disipline edilmeyen insan egosu, hayvani derekeye düşer, ''hatta daha da aşağıya'' der Kur'an bize.
Sen nefsini baskılamazsan o seni öyle bir baskılar ki, sen bile kendini tanıyamaz hale gelirsin!
Çünkü insan, BASTIRAMADIĞI duygunun esiri olur.

Benim dinim bana nefsle savaşı, nefsi bilip tanımayı,onu disipline etmeyi harp sahasındaki savaştan daha büyük savaş (cihad) olarak bildiriyor ve bunun aralıksız son nefese kadar sürmesinin gerekliliğinden,faydalarından ve sevabından söz ediyor.

''Kendini suçlama, başkalarını da suçlama!'' Her dizesi problemli. Yaptığım hatalarda, günahlarda elbette kendimi suçlar, kınar, kendime kızarım ve bu suçlayış, başkalarının hatalarını bakışım gibi de olmaz, daha ağır olur. Başkalarını da suçladığımız durumlar vardır ama kınamaksızın! Çünkü insanız, hatalar bizim için. Hata yapanların en hayırlısı, o hatalarda ısrar etmeksizin pişman olup, yeni sayfa açma azmindeki bireydir.












2 Ocak 2019 Çarşamba

İncinsek de incitmeyelim!


En büyük hastalıklarımızdan, günahlarımızdan biri de zan yapmak...
Su-i zan yani...Kötü olan...
Hüsnü zan ise, iyi olanı...
Her konuda ''vardır bir sebebi, geçerli bir nedeni, o öyle biri değil...vs'' diye güzel düşünme biçimi. Çok azımızın yaptığı.
Çünkü hüsnü zan nefsi beslemez, hazzı ruhadır ve faydası belirgin değildir, zahir gözüyle görünmez. Su-i zan öyle mi?
Önce kötüye yorarsın, ardından kendin kendinle konuşmak yetmez, kendi çirkin zanlarına, kanaatlerine, düşüncelerine, ortak/lar ararsın.
Gıybet ve iftirana kurbanlar.
Oysa güzel Peygamberimiz (sav) : ''Kişiye günah olarak,duyduğunu söylemesi yeter!'' buyurmuştur.
Sonra su-i zannının üzerinden yürüyüp, kişiyi yargılamadan, mahkemesiz infaz edersin.
Ne kolay değil mi? Oysa bir ''insanı'' harcıyorsun!
İslam, tahmin edemeyeceğimiz kadar insana, cana ve Müslümana kıymet veriyor. Diliyor ve istiyor ki, insan hukukunda haksızlığın, haddi tecavüzün zerresine tevessül etmeyelim. Düşünce (zan) planında olsa bile!
Ah keşke başarabilsek!

Vaktim oldukça 1k eski dostlarımın da sayfalarını okuduğumu belirtmiştim.
@Biname ACZ  rumuzlu hocam çok güzel bir iktibas paylaşmış.
Onun şahsında dostlara selam ve  sevgilerimi iletirken o ileti ile yazımı noktalamak isterim :


''Bir mümini incitmeden sabahtan akşama varan bir kimse o gün akşama kadar Hz. Peygamber’le (sallallahu aleyhi ve sellem) yaşamış olur. 
''Eğer mümini incitirse, Allah onun o günkü ibadetini kabul etmez.''

Tezkiretü'l Evliya, Feridüddin Attar (ks)