31 Ocak 2019 Perşembe

Rüveyda'ya mektuplar (48)

  


bunca acımın içinde, 
en haşmetlisi olmak için,
şu basit dünyama uğradığını bilememiştim…


Sevgili,

İşte yeni bir gün ve bu ismin zaman değirmeninde adı, haftası, ayı, yılı, asrı da var...

Geçen yıl da ocak ayında yazıyordum, mevsimler geldi, gitti de bir sen gelmedin, bir sen hiç gelmedin, belki de gelmeyeceksin… Gelmeyeni mi bekliyorum hâlâ? Şimdi sana öyle bir cümle söyleyeceğim ki o da bu ay, bu sabah gibi yeni, yepyeni olacak…

Pırıl pırıl fırından yeni çıkmış ekmek kadar sıcak ve taze,
Annesinden doğmuş yeni bebek kokusu gibi masum,
Topraktaki yağmur, yağmurdaki toprak kokusu gibi etkileyici,
Gül goncası gibi yeni tomurcuklanmış filizler gibi,
Gökyüzünde yalnız gezen dolunay gibi parlak
Güneş gibi göz kamaştırıcı ve sımsıcak…
Sadede geleceğim sevgilim;
Sana geleceğim, bize geleceğim tamam.
O yepyeni cümlem, harfler ve kavram olarak insanın yaratılışından çok ötelere dayanır.
Hep bildik, alışıldık gelir, sadece dilde söyleyip, gönülde hissedemeyenler için...
Oysa o cümle, gönül ırmaklarının çağlayanlarında neşvünema bulur.
Sonra gönül gülistanının kokusunda şakıyan bülbüllerin sarhoşluğunda coşar…
İçten gelmedikçe bu dudaklardan da, iş olsun diye telaffuz edilerek israf edilmez...
Şu moda olmuş, sakız olmuş, aşkım gibi içi de boşaltılmamıştır; bilakis, dopdoludur.
Sürekli söyleyip eskitilmeye de gelmez! Zamanında ve tam yerinde gönülden dile düşer. Tamam, sadede geliyorum sevgilim,

Şimdi, yeni giren an gibi yeni, benzerini daha önce de söylediğim, ama şimdi ilk kez söyleyeceğim, zarf ve mazruf farkıyla, ona yüklenen anlam canlılığıyla, taptaze bir cümle söylüyorum sana:

Seni seviyorum...

Seni çok seviyorum.

Ah sen…

Seni seviyorum demek bile güneş varlığının yanında sönük kalıyor.

Seni kelimeler arasında, kelimelerin sancılı ve sihirli dünyasında sevmek ve hep sevilmek ne güzel...

Sen, dolu dolu taşkın sevildiğin için, naz yaparsın ama bu kaprise dönüşmez. Mazeretlerin olur ama yalana evrilmez!

Ne olursa olsun sevdiğim, bana hiç yalan söyleme! Yalan söylemek öncelikle kendini kandırmak, sonrasında karşındakine Sen aptalsın, bak şimdi seni nasıl kolay bir yalanla kandırıyorum! demektir. Hayatımda pek çok kez, bana söylenilen yalanlara uzun süre kanmış görünmenin o tarifi zor lezzetini (!) tatmış biri olarak inan yalancılardan usandım… Biri ne zaman benden gizli bir iş yapsa, görmemek için gözlerimi kapasam bile, gün gelir yalanın mumu gözlerimin önünde söner…

Bana yalanlar söyleme! Değil inanmaya, inanır gibi görünmeye de artık hazır değilim. Yalancılar uzak olsun benden. Zaten yalana tenezzül edecek biri Rüveyda olamaz, ona Kalbim diyemem… Biz yalansız sevelim, hep…

Rüveyda,

İsmine yüklediğim anlamları sorumlulukları görüyorsun değil mi? İsmin, gri bir odada, hayata açılan bir pencere gibi... Seninle nefes alıyor, seninle kalbimin temposunu duyuyorum. Beni nefessiz bırakma! Sevmedim, sevemedim diyerek gitsen, kırılmam. Gitmeyip yalanlarınla kalırsan beni yok etmiş, sana olan sevgime kıymış olursun.

Sevgili Rüveyda,

Yetmiyor kelimeler seni anlatmaya. Acziyetin biçareliğinde, parlak ay gibi bana bakan varlığının karşısında, sudaki yakamozun dibindeki gölgeliğe sığınmış bir istiridye bile değilim... İncilerim gözbebeklerimde saklı duran ve sessizce süzülenler belki...

İsminin yanına ne cismim ne ismim kendisine bir yer isteyebilecek cesareti kendisinde bulabiliyor. Bir hayal belki herkese mahrem, gizli saklı, utangaç ve ıslak bir dünya, benim içimde gözyaşlarımla suladığım bir dünya…

Ne güzeldi o şiir, sen bana ezan çiçekleri açarken geldin [¹] diyordu. Oysa sen bana hiç gelmedin aşk, ben seni kelimelerin sancılı kuytularında, imkânsızlığın zirvelerinde ararken üşüdüm, dondum, kayboldum.

Sen bana ezan çiçekleri açarken bile gelmedin! Gelseydin, görseydim…

Sen bana yapraklarım, sararıp solup dökülürken bile gelmedin!

Gelsen de neye yarardı ki...

Ahı gitmiş vav'a dönmüş hâlim bu saatten sonra sana ancak yük olabilirdi. Oysa dualarımdan biridir: Allah’ım beni kimselere yük ve keder eyleme! Hakkım olmayana meylettirme! Beni bana bırakma! İkram ettiğin akıl ve iman nimetini bir daha geri alma! Dilimi duasız, kalbimi sensiz bırakma! Sen ezan çiçeklerini gördün mü Rüveyda?

Akşam ezanı vakti gördüm, ezanlar okunmaya başlayınca açılıveriyorlar, açıveriyorlar, ellerini Allah’a… Ezandan tarafa dönüyorlar… O hâlleriyle bize ne çok mesaj veriyorlar. Görülesi müthiş bir mucize…

Ömrüme bir Rüveyda konfeti gibi süzülmediyse, sitem etmem, kendimi suçlar, kendimden bilirim. Layık değilmişim demek ki der hadsizlik etmem. Ama sevmem konusunda bir pranga, bir engel yok. Seni sevmeyi, seninle aşkı, seninle aşkın sahibini sevmeyi sevdim... Leyla’dan Mevla’ya mı? İnşallah...

Rüveyda diyorsam, gül yapraklarının burcu burcu kokan koynunda bir iklimden bahsediyorum demektir. Rüveyda diyorsam, gökkuşağının renkleri arasında bizim hiçbir yerde duyulmamış bestemizin hicran makamından sana romanlar yazıyorum demektir. Rüveyda diyorsam, o beni yakan isminde, koskoca ve masmavi dünyanın ahenginde cenneti hayal ediyorum demektir.

Rüveyda diyorsam;

Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım,

Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım,

Dokunduğun küçük bir nakış da ben olsaydım,

Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım [²] demeye yüzümün olmadığındandır…

Ne seni bekleyen bir taş, ne seni çölde özleyen bir kuş, ne dokunduğun bir nakış, ne de sana sırılsıklam bir bakış olamadım, beyhude geldi geçmekte ömrüm…

Yanlış iklimlerde, yanlış şehirlerdeydim… İçime zıt, ruhuma savaş açmış, ruhumla kavga eden bu yerlere ait değilken, bir çıkış da bulamadan küstüm önce kendime, sonra insanlara, sonra şehre…

Sevgili Rüveyda,

Bu kez sanki yolun sonuna gelmiş gibi bir his var içimde!

Belki son birkaç mektup daha yazıp, sonra yine kelimeleri, mürekkebin kaynağından alıp, orada yazıp, orada, yani gönül defterimin yaprakları arasında kurutarak yazmayı sürdüreceğim. Son nefese dek. Son nefese dek seni seveceğim, sana yazacağım, gelmesen de seni bekleyeceğim. Belki kendimi seni aramak, seni beklemek ve seni sevmekle cezalandırıyorum. Ah bu ne güzel ceza bir bilsen!  

Gölgesi hüzün bir Murat


[¹] Cemal Safi
[²] Nurullah Genç