31 Ocak 2018 Çarşamba

Sen bana çapraz, ben sana eşit! (Sizden gelenler)

''Yine ne güzel sevmişsin Rüveyda'yı  
Güzel bir gün diliyorum.'' 

[ Ben onu güzel güzel seviyorum da...teşekkür ediyorum, bilmukabele, sevgiler.]

***

''..aklımdaki sorular listesinin başına önce yaşınızı ekliyor. Ama istemezseniz bu konuyu kapatabiliriz. Kuşları seviyor musunuz, çay içmeyi yudum yudum, denizi, bazen yalnız başınıza yürüyüş yapmayı, hiç bir dilenci ya da sokakta yaşayan biriyle arkadaşlık kurdunuz mu, ya da aşık olduğunuz kitaplarınız var mı, maviyi seviyor musunuz, çiçekleri, insanları her haliyle.... siz bana bunları anlatın ben sizi tanırım.. çünkü bir insanı tanımak için fiziksel
özelliklerine ihtiyacım yok...''

[ Bu adamı yeterince takip ediyorsanız,saydıklarınızla içiçe olduğunu göreceksiniz. İlk kez yazan, ama kalemi güzel biri olarak devamını beklerim.] 

***

''Bölüş bize kalan ne varsa 
Bir sana bir bana
Masallardan konuşalım 
Kim kavusmamış Murad'ına
Destanlar yazalım 
Belki biz çıkarız kervetine
Üç elma da düşmesin 
Paylaşalım biz bir elma
Yeter ki buluşalım ortak payda da
Sen  bana çapraz ben sana eşit.'' 

[Şiirin son dizesine uzun uzun bakıp daldı adam.]

***
''gönül bağımın  bağbanı
Söyle sitemin bana mı 
Soldurdun mu gülleri 
Kokmaz mı sadık aşkının baharı 

Sen lütuf et uğra bahçeme
Nergizler ektim yoluna 
Alınmasın menekşe 
Morundan katsın kokuna..''

[Kıskandım bu şiiri de, bir de bana şair derler...]

***

''Gel kaderim ol!
Yazıl alnıma alnıma..''  

***

''Olacak olandan kaçamıyoruz, korkuyoruz ama kaçamıyoruz. Hatta bazen başımıza ne geleceğini de biliyoruz. Öylece durup başımıza gelecek olandan haz aldığımız da oluyor. Buna dünyanın neresinden bakarsanız bakın hangi dini pencereden bakarsanız bakın bunun tek bir ismi var o da sadistliktir. 

Olduğumuz yerden olanları izlemek çabasızlığımıza kılıf da uyduruyor. Masumiyet kazanıyor beceriksizliğimiz. Belki de kışkırtma bile vardır, hatta daha da ileri gidip içine girdiğimiz kaoslara zemin hazırlamaya meyilli olduğumuzu bile söyleyebilirim. 

En çok neresinden şikayet ediyorsak orasını seviyoruz kaosumuzun. Bağımlısı oluyor hatta mutluluğun bizi korktuğunu bile inkar edemiyoruz. 

Belki de Freud'unda öne sürdüğü gibi her şey çocukken yaşadığımızdan ibaret olduğunu bilmemiz bizi kader bağımlısı yapıyor. 

Kendi iç dünyamızdan bir kapan yarattık ve içinde oturup beklemeyi de bir marifet sandık. Mücadele bizi korkutuyor. Mücadele demek macera demek oluyor artık. Ne yazık ki girdiği bütün savaşlardan yenik ayrılmayı başaran bünye macera fobisi geliştiriyor. Pes etmek de korkutucu yoksa sonra nasıl kalkar bunun altından. O yüzden pes edeceğimiz savaşlara mücadelelere girmeyiz bile. Kendi iç mabedimizde oturup olacak olanlara seyirci kalmak daha masumca artık.''

[ Siz acilen bir blog açınız. Yazınız güçlü olduğu için, redakte ederken canımın çıkmasına aldırmadım. Bu vesile ile, tüm dostlara: lütfen bendeniz kendi yazılarımı bile düzeltmeyi sevmeyen biri olarak, belli ki cep telefonlarından yazıyorsunuz ve bir çok harfi düzeltme bana kalıyor, acıyın bana 😊 ]

***

''Sevip de söyleyemediğim şarkılar var 
Bir dizesini asla hatırlayamadığım şiirler 
Keşke,keşke o ben olsaydım dediğim hikaye kadınları 
Düşlerim var... 
Uyandığımda yalnızca başını hatırladığım, 
Ve asla sonuna kadar görmeyi beceremediğim 
Bir adam var düşümde,tam dokunacakken uyandırıldığım 
Bir adam,sonumuzun ne olacağını hiç öğrenemediğim 
Düşümde bir adam var,benim mi bilemediğim 
Bir adam var diyorum,düşünüp düşümden ayrı kaldığım... 

Durup da söyleyemediğin adımsa 
Gizli kapaklı 
Sevda türküleri tuttursam da ben 
Telli duvaklı, yanıma 
Korlar mı adam seni? 
Koparıp acıtmazlar mı beni? 
Nafile yanar elim dudağım 
Seni bana yar ederler mi? 
Yanıma korlar mı .?

Durup da söyleyemediğin adımsa 
Gizli kapaklı ...

(Sibel Alaş şarkısı )''

29 Ocak 2018 Pazartesi

Rüveyda'ya mektuplar (34)

 


             ardında sevinecek bir bayram bıraktın da, sevinmedik mi?


Kalbim,

Bugün yine Kent Park'a, sırdaş parka seni anlatmaya, seni aramaya, sensizliği şikâyet etmeye gittim.

Soğuk ocak günlerinde nadiren görülen yalancı bahar havası var. Kısa günün kârı olsun, az dertleşelim seninle. Bu mevsimde, dere de az şişmanlamış, coşkulu ve pırıl pırıl şelale gibi akıyor, önündeki setten ruha huzur veren sesiyle…

Doğanın sesini dinlemeyi de unuttu insanlık. Ne doğayı ne kendi iç sesimizi dinlemez olduk.

Geçen gün okuduğum mübarek bir hadis geliyor aklıma suların sesinde:

Cennet’te bir ağaç vardır, ana dalları (gövdeleri) altından, ufak dalları zeberced ve incidendir; onun için bir rüzgâr eser ve ağaçlar ses vermeye başlarlar, işitenler ondan daha lezzetli bir ses asla işitmemişlerdir.[¹]

Bu anlatılanı anlamak, içselleştirmek için ruhumun incelmesi lazım… O özel rüzgâr demek o yapraklara (tuşlara, tellere dokunur gibi) nasıl dokunuyorsa, yaprakların melodisi insanı mest eyliyor… Bu hadisi okuduğum günden beri cennette merak ettiğim şeylerden biri de bu oldu. İnşallah cehenneme düşmeden o ebedi yurdumuza gitmek hepimize nasip olur ve inşallah orada sana kavuşurum…

Bir de düşün Kalbim, oturuyoruz seninle cennet evimizde ve dünya hayatına ve oluşa/yaratılışa ait CD’lerden istediğimiz tarihe, olaya insana ait olanını aşılmış teknoloji ötesinde izliyoruz. Ne çok bilmediğimiz, bilinmezler var izlenesi… Yaratılıştan, kâinat ve dünya tarihine, kendi çocukluğumuza kadar…  

Nehirler denize kavuşunca susar derler, insanlar anlayınca...[²] bir kere kavuşsak “altlarından ırmaklar akan nehirlere” sevdiğim… Burada beni bulmadın, seni orada bekleyeceğim…

Cânıma bir merhaba sundu ezelden çeşm-i yâr
Öyle mest oldum ki gayrın merhabasın bilmedim[³]

Sevdiğim,

Sen özgürlüğü, aşktan çok sevdin, bense seni...
Benim özgürlüğüm, senin aşkında gizli.
Aşkınla sınırlı, aşkınla çepeçevre kuşatılmış.
Sanki saç tellerin ile örülü bahçemin içindeyim, hiç dışarıya çıkasım yok.

Sen bir ütopya, bense o ütopyayı gerçekleştirme eyleminin savaşçısı... Bir ütopyanın gerçek olabilme ihtimali nedir diye düşünmek istemem, dedim ya aşk hesap ölçülerinin çok üzerindedir…

Sana ulaşmak isterken hep hayat dolandı ayaklarıma, şartlar, mesafeler, öncelikler, hatta mevsimler. Belki seni bana getirmeyen trenler suçluydu, uçaklar hariç değil!

Engeller yerine  ah o saçların. Saçların, ne güzel de dolandı ruhuma.

Belki hiçbir zaman saçlarının, teninin kokusunu bilemeyecek olmama içerlemekle birlikte, küsmüyorum…

Belki hiçbir zaman, ellerini ellerimin içinde sevemeyeceğim. Iraklar yakın olmayacak, bu hasret türküsü son nefese dek söylenecek... Bu ne güzel türkü böyle, sussam söyletir, söylesem susturur!

Bu biçare adam, bir avuntunun mahkûmu bu kalbini, ismine tempo tutmuş olmak tesellisi ile son kuşların ardına takılıp son kez çarpana kadar yenileyecek. Kalbimi, kalbime adamış olarak… Sen karanlık yalnız gecelerimde, gördüğüm senli rüyalardan bana bakmayı, beni ağlatmayı, kendini özletmeyi sevdin. Sen imkânsız olmayı seçtin, ben seni... Sen göz oldun, ben o gözde yaş...

Sen ağaç oldun, ben o ağaca tutunup kalmak için çabalayan zavallı bir yaprak… Sonbaharı ne kadar geciktirebilir zayıf, çelimsiz bir yaprak?

Nasıl çırpındığımı görüyor musun Rüveyda?

Duy beni, duysana! Sevmesen de olur, duy, bil yeter canıma… Sen uzakları, uzaklıkları, özgürlüğünü sevdin, ben seni... Sen uzaktan güzel sevdin, uzaklar senin ülken, senin mekânın, senin iklimin. Bir masal kitabının yaprakları arasındasın, ne zaman çıkıp geleceksin! Bu uzaklık yakışmıyor bize... Ömrümde bir kez nefesin nefesimle buluşsun... Bakışlarına karışsın b/akışlarım. Bir nefeslik mesafede her şey dursun, zaman donsun. Bir nefeslik mesafede ölebilirim... Bu dünyada gördüğüm son suret, son tablo, okuduğum son şiir, sen ol. Tarafımdan sevilen kadınlar oldu, güzel de sevdim, iyi sevdim, deli sevdim, gözyaşlarıyla sevdim... Lakin sevdiğim gibi sevildim mi emin değilim sevgili Rüveyda... Sevilsem Rüveyda’ya mektuplar yazılır mıydı hiç! Uzaklardan sevilmek değil muradım, o sevginin ateşinde ısınmak, hayata tutunmak yeniden... Kısacası yaşamak, nefes almak... Bu hikâye böyle olmamalıydı Rüveyda, bu tren kaçmamalıydı, geç kalmamalıydık birbirimize, geç bulmamalıydık birbirimizi... Bir şarkı dönmeye görsün, kanıyor, yanıyor zamanlar boyu içimde. Ne yaparsın benim yazgım, senaryom da böyle... Hep şarkılarla, şiirlerle ağlaşayım diyedir belki... 

Bekleyişlere kurban ediyoruz bize ait olanları, bize iyi gelecek şeyleri... Seni düşünürken şunlar döküldü dilimden:

güzel kadınlar var, çok güzel kadınlar, güzel adamlar var, çok güzel adamlar, sanki birbirlerine kör ve sağırlar.

aynı şehrin, ayrı caddelerinde yol alırlar nefes kadar yakın, ülkeler kadar uzaklar...

Onlarca kadının içinde saklansan sen, bulurdum yine seni gözlerim kapalı, ruhumun penceresinden.

Ne kadar saklanırsan saklan, duruşun ele verir seni, bakışların, susuşların ve teninden doğan çağlayanlar misali sana ait kokun...

Televizyonda, dizi ve filmlerde ne kadar kadın görüyorsam, hepsinde, senden ayrı bir iz, çizgi var ama hiçbiri, tek başına sen değil, sen ne çoksun sevdiğim... Sen hiçbir kadına benzeme Rüveyda, benzemiyorsun da zaten...  Ruhumdan kavradın beni, bu ne güzel esaret Rüveyda, bırakma! O alev dudaklarından öpsem bir kere... Giderken derim ki ben bu dünyada yaşamıştım... 

Bin kere Rüveyda, bir Murat



[¹] Ebu Nuaym, Sıfatu’l-Cenneh, 433; et-Terğib vet-Terbîh, 4/ 523
[²] İbrahim Paşalı
[³] Ahmet Paşa

26 Ocak 2018 Cuma

Tolstoy'un Peygamberimizi övdüğü için uzun yıllar gizlenen kitabı.


Kitabı okuduğum yıllarda elimde gören birisi büyük şaşkınlık yaşamıştı!
O arkadaşın, Tolstoy'un, Sevgilimizin (sav) Peygamberimizin hadislerinin (sözlerinin geçtiği) İmam Sühreverdi'nin hadis kitabından seçkilerden oluşan ve Peygamberimizi öven sözlerinden oluşan bu kitabı görmek sanki sinirlerini bozmuştu !
Bu nasıl solculuk, nasıl sosyal demokratlıktı (!)

Aynen Alman imparatoru Prens Bismark'ın Sevgilimiz, Örneğimiz, Önderimiz Peygamberimiz (sav) için dilini şereflendirdiği şu sözleri gibi:

''Çeşitli devirlerde, insanları idare etmek için Allah tarafından geldiği iddia olunan bütün indirilmiş semavî kitapları tam ve derinliğine araştırdıysam da, tahrif olundukları için, hiçbirisinde aradığım hikmet ve tam isabeti göremedim. Bu kanunlar değil bir cemiyet, bir hane halkının saadetini bile temin edecek mahiyetten pek uzaktır. Lâkin Muhammedîlerin (sav) Kur’ân’ı, bunların dışındadır.

Ben, Kur’ân’ı her yönden tetkik ettim, her kelimesinde büyük hikmetler gördüm. Muhammedîlerin (sav) düşmanları, bu kitap Muhammed’in (sav) kendi yazısı olduğunu iddia ediyorlarsa da, en mükemmel, hattâ en gelişmiş bir beyinden böyle harikanın çıktığını iddia etmek, hakikatlere göz kapayarak kin ve nefrete âlet olmak mânâsını ifade eder ki, bu da ilim ve hikmetle bağdaştırılamaz.

Ben şunu iddia ediyorum ki: Hazret-i Muhammed seçkin bir kudrettir. Destgâh-ı kudretin böyle ikinci bir vücudu saha-i imkâna getirmesi, ihtimalden uzaktır.

Ya Muhammed! Seninle aynı asır ve zaman diliminde yaşayamadığımdan dolayı üzüntülüyüm.

Yaymış olduğun bu kitap, senin değil. Belki Allah tarafından geldiğini inkâr etmek, ilim kanunlarının boş ve gereksiz olduğunu iddia etmek gibi gülünçtür.

İnsanlık senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, bundan sonra bir daha göremeyecektir. Binaenaleyh, huzurunda kemal-i hürmetle eğilirim.'' demesini görmezden geldikleri gibi...''

Hangimiz Sevgili Peygamberimizi böyle övebildik, hakkıyla tanıyıp, anlayamayan nasıl övsün ki.

Bakıyorum herkes, en meşhur dünya klasiklerinin hatim etme yarışında. Hatim dedim de, kaçımız Kutsal Kitabımız Kur'anı bırakın asli harfleriyle okumayı, muteber bir meal ya da Cumhuriyetin kuruluşunda resmi devlet eliyle, Hamdi efendiye (şükür ki emin ve alim bir zat idi) yazdırılan meşhur Elmalılı Tefsirini okudu !

Tolstoy ve eserlerini tanıdığımız kadar, kendi değerlerimizi ve tabi ilk başta Sevgili Peygamberimizi, hayatını, getirdiği dini tanımıyoruz..!

Bazı çevrelerin, din ve dini kitaplardan şeytan görmüş gibi bağnazca kaçtıkları bir zamanda Bismark ya da Tolstoy gibi ünlülerin Peygamberimizi övmesi, övenleri kıymetlendirir, övüleni Allah zaten Kerim Kitabında övmüş.

Günümüzde nasıl, kriptolar varsa, aynen zıddından gizli Müslümanlar da, tahminimizden de fazla. Bunlardan birisi de İngiliz Prens Charles olduğu ve Prensin ramazan ayı gelince sessizce bir adaya güya tatile gittiği (oruç tutmak için) sır değil.

Tolstoy'un bu kitabı da uzun yıllar, insanlardan saklanmıştır! Olur da etkilenir İslam ile ilgilenip, Müslüman olurlar ! Özellikle hristiyanlardan kaçırılan ve ABD'de askeri müzede saklanan Barnaba İncili gibi...! (İncil'de Peygamberimizin gelecek son elçi olduğu hakikati Hz.İsa (as) diliyle müjdelenir.)

Tolstoy; Sevgili Peygamberimize (sav) ve İslam dinine olan hayranlığı ile yazdığı risalesinde :

"Benim için Muhammedilik, haça tapmaktan, Hrıstiyanlıktan mukayese edilmeyecek kadar yüksekte duruyor. Eğer insan seçme hakkına sahip olsaydı, aklı başında olan her insan şüphe ve tereddüt etmeden Muhammediliği; tek olan Allah'ı ve O'nun peygamberini kabul ederdi.."

'Muhammed, insanı Allah saymıyor ve kendini de Allah ile bir tutmuyor. Müslümanların Allah'tan başka ilâhı yoktur ve Muhammed onun peygamberidir. Burada hiçbir muamma ve sır yoktur.''
 (Lev Nikolayeviç TOLSTOY)  şeklinde övgüsü de, bizim dinimize ekstra bir değer katmaz ama Tolstoy'u kıymetlendirir.

''Rusya'da, Rus milletinden, İslâm'ı kabul etmiş Valeriya Porohova adın- da bir kadın vardı. Bu kadın bir Arap'la evlenmiş, 11 yıl eşiyle birlikte Suudi Arabistan'da yaşamıştı. Bu arada İslâm dinini iyice öğrenmiş ve Müslüman olmuştu. Porohova, »Kur'an'ı Kerim'i Rusça'ya tercüme etmiş; İlahiyatçılar da bu tercümeyi beğenmişlerdi. Porohova Hanım, cesaretle Tolstoy ve İslâm konusunu medyada çok ciddi bir şekilde aydınlatmıştır. Bayan Porohova, Tolstoy'un, ömrünün son zamanlarında İslâm'ı kabul ettiğini ve bir Müslüman gibi toprağa verilmeyi vasiyet ettiğini Sovyet medyasında dile getirmiştir. Sovyet hükümeti, uzun yıllar bu gerçeği gizlemeye çalışmıştır. Bayan Porohova, bu önemli belgeyi büyük cesaretle açıklayıp yayınlanmasını sağlamıştır. Bayan Porohova'nın açıklamalarına göre, Tolstoy, İslâm kuralları ile defnedilmişti. Onun mezarının üstünde Hristiyan sembolü olan 'Haç'ın ol- maması da bunun açık delili olarak gösterilmiştir.



TOLSTOY’UN, KİTABINA ALDIĞI HADİS-İ ŞERİFLERDEN BAZILARI

Tolstoy’u bu kitabı yazmaya yönelten olay 1908 yılında Hindistanlı alim Abdullah El Sühreverdi’nin “Hz. Muhammed’in Hadisleri” kitabını okuması oluyor. Kitaptan oldukça etkilenen Tolstoy, seçtiği hadislerle hemen bir kitapçık oluşturuyor. Tolstoy daha çok, Allah inancı, fakirlik, eşitlik, ölüm ve iyi insan olma gibi konuları içeren hadisleri toparlamış. “Hz. Muhammed” kitabının editörleri Tolstoy’un seçtiği hadislerin Kütüb-ü Sitte’de yer alanlarını da tek tek tespit etmişler. Tolstoy’un seçtiği hadislerden bazıları şöyle:

İŞTE TOLSTOY'UN SEÇTİĞİ HADİSLERDEN BAZILARI


“Kim Allah’ın yarattıklarına karşı merhametli olursa, Allah da ona merhametli olur. İnsanların iyilik ve kötülüklerine bakmayarak onlara iyilik et. Başkalarına iyilik yap ki kötülüklerine engel olasın.”

“Sizden biriniz, kendisi için arzu edip istediği şeyi, din kardeşi için de arzu edip istemedikçe, gerçek anlamda iman etmiş olmaz.”

“Hakikat insanlar için ne kadar acı olsa da, hakikati söyleyin.”

“Hiç kimse öfkesini yutmaktan daha güzel bir içki içmemiştir.”

“Çok fazla yiyip içerek kendi kalbinize yüklenmeyin.”

“Ölüm bir köprüdür, dostu dosta kavuşturur.”

“İşçinin hakkını alnının teri kurumadan veriniz.”

“Allah Teala’nın en hoşuna giden şey, insanın, kendi çalışmasıyla elde ettiği azıcık kazancından, gücü yetmeyenlere yardım etmesidir.”





23 Ocak 2018 Salı

Bir sizden gelenler daha!


''Hep hayaller kurulsa da rengarenk,el değmemiş tebessümler yollansa da sevdaya,hüzün rengi bir yalnızlık giyindiğinde,ukte kalır yüreğin bir yerinde.
Sürüklenerek giderken tarif edilemeyen yalnızlıklarla boğazında düğümlenir tüm keşkelerin tutsaklık başlar gönülde,kırık dökük ve hazin.''

***

''yak gönlünün fenerlerini
Bu gece harp var
Kat isyanını isyanıma
Bizimle ayaklansın bu bahar
Beşik gibi sallansın terazilar
Nicedir susuyorlar
Seni bana beni sana
Eşitlemedi bu acımasız kanunlar
Sür elini bağrıma
Gül goncalarım açılsın
Benden sana senden bana
Tez havariler yollansin
Muştu veririm kuşlara
Yolun bana düşerse
Kervanları süslerim
Asırlık yollardan gel...
Yamalı yerinden kanıyor kalbim
O yüzden sancısı iki misli
Dikiş tutmaz çürük etlerim
Ben can verdim
Vaat edilen gelmez bilirim
Kırık ayağından tanırım
Bu giden benim ümitlerim...''


***

''Sana sürgün olmayı bilirim
Bir de sen varken bahar olduğumu
Kaç kış eskittim
Kaç güz tükettim
Yazımı kışına kattım
Kışında ocak tüttürdüm
Şose yollardan geçtim
Dar patikalar biçtim
Köhne çadırlarda
Sana rüyalar büyüttüm
Derdini aş
Acını toy bildim
Yolunu gözledim
Örgü ördüm kahrımdan
Bileğime hüzünlü burma taktırdım
Yollarına revanım
Sana sürgün olmayı bilirim
Bir de sen yokken kış olduğumu''

***

''Gökyüzü sen isen, gökkuşağı olmaya razıyım
Evren sen isen güneş
olmayan  razıyım
Ay sen isen
Yıldız olmaya razıyım.
Ferhat sen isen yürüdüğün yol
Mecnun sen isen
Ayak bastığın kum
Kerem sen isen
Şu içtigin pınar
Tahir sen isen selam verdiğin kuş
Mem sen isen
Bastığın toprak olmaya razıyım.''

***

''Murat bey, kitap analizi çok yararlı idi. Zaman zaman yapsanız  mutlu oluruz, saygılar.'' (Teşekkür ederim, evet taslaklarda bir kitap daha var sırasını bekleyen. MM )

***

''Sesli şiir konusunu ikinci kez hatırlatıyorum, beni oraya getirmeyin :)) '' ( Telefona okumak çok heves kaçırıcı, evde mini bir stüdyo mikrofon kulaklık yapan bulsam bıktırırım sizleri, varsa böyle bir beceriniz gelin kurun stüdyoyu diyeceğim, şimdi buna ne mailler gelecek, latife yaptım.MM 😊 )



22 Ocak 2018 Pazartesi

Rüveyda'ya mektuplar (33)




ölürken göklere değil,
son kez kalbime bakıp,
ondan helallik dileyeceğim: 
“Kalbim! Şu kısa dünya hayatında, 
çok uzun üzdüm seni!”


Sevgilim Rüveyda,

Küstünüz mü, neden dört gecedir uğramazsınız rüyalarıma? Ürkek ceylan mısınız, yok, siz gem vurulmaz bir kısrak gibisiniz Rüveyda! Saçlarınızı dağlarda özgürce koşan kısrakların yelelerine benzetirim...

Yine o aynı hâl; siz diyerek başlamışım, oysa sen demek, uzakları yakın eyliyor, sanki bir nefes mesafesinde, y/akıcı...

Hiç değilse kelimelerimde  fren kullanmayayım. İsminin gülistanında özgürce, kokunla mest olarak, şarkılar, şiirler eşliğinde dolaşmalıyım. Senli zamanların ahenginde, notalar üzerinde, bin bir beste ve hiç yazılmamış güfteler benim olsun, onları yalnız ben yazayım sana...

Siz kadar uzak, sen kadar yakınlığın arasında hüzünlü bir çizgidir bizim hikâyemiz. Adını yâd etmek, çocukluğumun bayramları, gökyüzüne bırakılan balonlar, gökyüzünde uçurulan uçurtmalar, şen şakrak bir bahar, gözlerinin kıyısına kurulmuş cennet panayırıdır... Andıkça adını, tatmadığım tadın yayılır damağıma... Kurur dilim dudaklarım... Yanarım... Neredeysen, hangi iklimde gizliysen, çıkıp gel artık. Bugün pazar ve birçok evde, tatlı bir yorgunlukla uyanacak kadınlar adamlar...

Ben onları yokmuş gibi, herkes benim gibi hasrete gebeymiş, herkes yalnız ya da ihtiyar anneleriyle kahvaltı yaparmış farz edip kendimi kandıracak mıyım? İç sesimi duymamak için dış seslerle avunacağım. Ne yorgun gecenin pazarlarına sitem edeceğim ne de kalan ömrümün akıbetini hesaplayacağım...

Bazı ilişkilerde taraflardan biri ilişkinin geleceğinin hesabını yapar. Böylelikle anı da berbat eder. Oysa aşkın matematikle ilgisi yoktur. O hesaba kitaba sığmaz ki. Ne mantık tanır ne yarın kaygısı bilir. Aşk statükocu değildir Kalbim… Şartlardan, hâlden anlamaz, hâle koyar insanı… 

Çünkü:

Aşkta yarın yoktur sevgili
Zaman ileri doğru değil, içeri, yüreklere, derinlere doğru işlemeye başlar[¹]

Konu buraya gelmişken Sevgilim,

Sana okuduğum iki kitaptan iki pasaj aktarmak isterim. Kendisine evlenme teklifinde bulunan güzeller güzeli Lucy’enin bu teklifini, kadını çok beğenmesine rağmen “evlilik korkusuyla” reddeden ve bunu yıllar sonra pişmanlıkla arkadaşlarına anlatan Trefetan’ın: Onunla uzun yıllar geçirebilirdim. Burada kalmak intihar. sözleri...[²]

Pek çok insanın hayatında yaşadığı evlenemediği ya da evlendiği kişiye ait pişmanlıklar sanırım zaman ne kadar akıp geçse de bir ukde gibi yüreklerde kalabiliyor. Trefan’da bunu acı acı yaşıyorsunuz.

Ya Alyoşa’nın Müslüman dervişlere benzer kişiliği, ahlakı, tevekkül içindeki masum cevapları, olaylara bakışı. Zavallı Alyoşa’nın insanlara ve özellikle ailesine itiraz etmeksizin uşak olarak verildiği bir malikânedeki Ustinye isimli aşçı kadınla evlenmesine mani oldukları demde, kar küremek için damdan düşüp ölüm anında geçen diyalog:

Ustinye:-Alyoşa, ölecek misin yoksa?

- Hep böyle yaşayacak değiliz ya, günün birinde öleceğiz...

 İyi ki evlenmemize izin vermediler, evlenmiş olsaydık şimdi sen ne yapardın, bak ne iyi oldu…[³]

Ölüm anında bile sevdiği kadını böylesine çocuksu bir masumiyet içinde teselli ediş. Gerisini sen anlarsın Rüveyda… Sana boşuna Kalbim demedim. Kalbime mektuplar yazıyorum, biliyorum bir yerlerde bir gün beni okuyacak…

Kalbi olanlara tarif gerekmez ve kalbin kan pompasından öte bir gönül olduğunu bilenler; bir noktadan, bir virgülden, bir ah edişten ya da yalnızca Rüveyda deyişimde, ne anlamlar saklı olduğunu bilecek kadar derindirler.

Ah Rüveyda,

Sen benim için yeryüzünde bulunmaz enfes bir işkencesin... Varlığın bana vazgeçemeyeceğim bir zulüm, varlığın suç sayılmalı, ömrüme müebbet... Ya varlığın olmasaydı, nasıl tutunurdum şu iğreti, sahteliklerle dolu, ikiyüzlü hayata!

Ah nasıl da metcezirlerimsin görüyor musun? İnleyişlerim, kıvranışlarım, haykırışlarım, arayışlarım, adayışlarım, aldanışlarım, ağlayışlarım. İyi ki varsın ve sen beni asla bırakmaz, aldatmaz, yalanlarla kandırmazsın, yapmazsın bunu, yapamazsın, kıyamazsın...

Annem gibi sev beni, ne kadar hatası, yanlışı olsa da, anneler çocuklarını sevmekten hiç vazgeçmezler; anneleri üzen çocuklar olsa da, anneler çocuklarından vazgeçmezler. Beni annem gibi sevebilir misin Rüveyda?

Siz kadar uzak, sen kadar yakınlığın arasında boynu bükük bir çiçektir varlığım.

Herhangi bir çiçek, en değersiz bilinen neyse o... Güneşe muhtaç, sana... Havaya muhtaç, sana... Ve yağmura muhtaç, sana... Az önce pencereyi açtım, gece yağmur serpiştirmişti, toprak kokusu ve yağmur sarmaş dolaş olmuşlar, ruhumu çepeçevre kuşattılar. Nasıl güzeldi, derin derin içime çektim. Bu adamın kokulara da ayrı bir hassasiyeti var Rüveyda... Geçen gece de enfes bir kar kokusu vardı sokaklarda... Kar yoktu, kokusu vardı. Göz vardı yaşı yoktu, sonradan o da dâhil oldu bu senfoniye... Bu anlar ruhumun sevinç anlarıdır, yaşama sevincini tattığım anlar... Ben bir böyle anlarda, bir okunan ezanlarda, bir de sizi düşünüp size yazdığım anlarda yaşama sevincini tadarım.

Bir kadın özel kokmalı. Parfümler bile onun kokusunu bastıramamalı. Bir parfüme kendi kokusundan katmalı, o parfümün adı Kalbim olmalı artık... Daha kapıdan girer girmez, hafif hafif çalan bir piyano gibi, o koku kadından önce karşılamalı adamı... Ah güzel kokular, bir ruha siz ne çok şey katıyorsunuz, sanki yemeğin tuzu, biberi gibi… Sen de benim mahzun ve yarım hayatıma lezzet katan mis kokum...

Sana kokan bir Murat


[¹] Cezmi Ersöz
[²] Gecenin Çocuğu, Jack London
[³] Çömlek, Tolstoy

19 Ocak 2018 Cuma

Erich Von Daniken'in kitabı hâlâ bazı zihinleri bulandırıyormuş !

Erich Von Daniken (İsviçre, doğ: 1935-  ) 'in 1968 yılında yazdığı bilimsel soslu fantezi türü ve kendisini dünya çapında üne kavuşturan kitap, yayınlandığı yıllarda ve sonrasında dünyada en çok tartışılan ve en çok okunan kitaplardan biridir.

Kitabın genel konusu, Mayalar, İnkalar, Mısır Piramitleri, Piri Reis Haritası ve dünyanın bazı bölgelerinde bulunan eserleri, kalıntıları bize,kendi sanılarıyla açıklamaya çalışıyor !

Yazar, hepimizin okul sıralarında, ilk çağ, orta,yeni, yakın çağ, kurgusunda, Darwinizm teorisi ile, beyinleri iğdiş edilen, bilim diye yutturulan maymundan geliş,ilkel insana evriliş (!) mağaralarda yaşayış...eğitiminden geçtiğinden olsa gerek, geçmiş zamanlara ait, medeniyet kalıntılarına, bugünkü gözle baktığı için, akıl erdiremeyince, kendince bir senaryo ve kurgulama ile, yazdığı, çok da duru/selim olmayan akılları daha da bulandırmaya yarayan, bazı insanların ateist olmasına sebep işbu kitabı yıllar önce biraz karıştırmış ve zaman hebası diye bırakmıştım. (Laf aramızda bu tür kitaplara zaten ne para ne de zaman feda ederim.)

Gördüm ki, kitap, gençlik arasında hâlen revaçta. Bunun üzerine kısa bir makale kaleme almaya karar verdim, umarım fayda sağlar.

İslam medeniyetinden ve İslami kaynaklardan biraz nasibi, bilgisi olan biri için, yazarın kitapta esrarlı bir dil çabalarının,korku filmi kıvamında yazdıklarının, tatmin edici cevapları her zaman mevcuttur.

Bu konuda tartıştığım bir arkadaşa, şunu söylemiştim : Bir tarafta Daniken denen bir yazarın, Darwin gibi bilimselliği ispatlanamamış, teorileri, kurguları; bir tarafta Kur'an ve Peygamberimizin (sav) beyanları ile objektif, pozitif bilimin bildirdikleri. Kim doğru söyler? Hangisine inanacağının kararı senin!

Hz. Süleyman peygamber devrindeki teknoloji ve bilimin vardığı seviyeyi bilse, kurgularıyla insanların da kafasını karıştırmazdı. Niçin Hz.Süleyman (as) devri dedim, çünkü o devirde ''ışınlama'' mevcut. (Neml suresi ) İncil ve Tevratta bile geçer.

Hz.Süleyman gibi, ışınlama ilmine sahip bir bağlısı, Belkıs'ın tahtını, bir saniyede Kudüs'e, 2250 km.lik bir mesafeden (Yemen'den) getirmiştir.

Bizden önceki çağlarda,uçan daire gibi uçmak mümkün idi.(Üstelik kullanılan enerjiler, bugün kullanılanlardan tamamen farklıydı.) Uzakları görmek,uzaklara sesi duyurmak, zamanda yolculuk,bir anda uzaklara seyahat etmek (Peygamberimizin Mekke'den, Kudus'e ve oradan göklere saniyelerle yolculuğu) mümkün. Peygamberler de ve veli kullarda görülen, örneklendirilen bu mucizeler, insanlığa,ışık, yol göstericidir. Aynen Davud peygamberin (as) demiri işleyip şekil vermesi gibi...

Yine yüksek dağlara yapılan büyük devasa heykellerin, öyle uzaydan gelen güçler tarafından yapıldığı komedisi ve ispat edilememiş iddiaya karşı diyoruz ki, o heykeller;

a) Bazı dönemlerde cinlere yaptırılmıştır.
b) Bazen de Ad kavminden olduğu gibi, bunu yapacak teknolojik imkân ve akla sahiptiler. (Çok uzun boylu iri cüsseli dev gibi insanlardı.Bunu bize bilimsel kitaplarımız ve arkeolojik bulgular söylüyor.)

Yine bugün, ebced,cifir ilimlerine hakkıyla vakıf olmuş olsaydık, bir yere iki satır rakamlar yazarak, havadaki savaş uçağını düşürmenin mümkün olduğunun hayal olmadığını da görürdük. (İstanbul'un fethi'ni tarihen bu ilimle Akşemseddin hazretleri, Sultan Fatih'e bildirir.)

Bir başka örnek, daha yakın tarihten : Hz. Ömer (ra) kilometrelerce ötede olan savaşı görmüş ve komutanına seslenmişti, komutan onun sesini duyup dağ tarafından arkalarını sarmaya çalışan düşmana karşı tedbir almış ve mağlup olmaktan kurtulmuştur ve bu hikaye değil, tarihen yaşanmış ve bilimsel kaynaklarda mevcuttur...Ve o zaman Hz. Ömer'in elinde ve komutanında cep telefonu yoktu. Buna benzer nice olay.


PİRAMİTLER !

Mısır'daki piramitlerin yüzyıllar önce yaşayan insanlar tarafindan yapılmasının mümkün olmadığını çünkü büyük bir matematiksel zeka ve mimari açıdan da oldukça gelişmiş bilgi ve beceri gerektirdiği sakat anlayışı da, yine başta belirttiğimiz maymundan gelme (!) inancının kaynaklık ettiği vehimdir. Çünkü yazar gibi, herkes, insanlık serüveninin, gerek ahlak, gerekse ilim ve teknoloji olarak geldiği silk ve son nokta, günümüz sanma yanılgısı, ki kitap bu yanılgıya işaret edemese de, geçmişteki yapıtları uzaylılara bağlama kolaycılığı ile, zaten insanların en çok ilgisini çeken obje ile istediği reytingi, 30 dan fazla dilde satarak sağlamış oluyor.

''Piramitlerin yapımında üst düzey sorumluluk almış ‘Merer’ isimli bir Mısırlının günlüklerinde ortaya çıktı. Buna göre 3 bin yıllık bu günlüklere göre, tam 2 buçuk tonluk dev kireç taşı ve granit bloklar, Nil Nehri üzerinden tahta sandallarla piramidin yapıldığı bölgeye taşındı. Sandallar iplerle birbirine bağlanırken, eski Mısırlı mühendisler de geçiş için Nil kıyısındaki bir limandan piramidin inşa edileceği Gize’ye doğru kanal açtı. Dev taşlar bu sayede 800 km öteden su üzerinde getirildi. Bunda binlerce işçi görev alırken, toplam 170 bin ton kaya taşınmış oldu. Arkeolog Mark Lehner, söz konusu kanalın taslağını çıkardıklarını anlattı.''

Piramitlerin yapılacağı yer rastgele seçilmiyor kireçtaşı kaynağına yakın yer seçiliyor ve kızakla çekseler de binlerce insan çalıştırılıyor ve kazalarda ölen sakatlanan çok oluyordu.

Matematikte uzman olan Mısırlılar çok basit yöntemlerle, kireç taşı bloklarını toprak yükseltile yükseltile en üste çıkartılmış oluyor ve bir piramidin yapımı yıllarca sürüyordu ve  mezarını sağlında yaptıran  firavuna hazır hale getiriliyordu.

PİRİ REİS HARİTASININ SIRRI

1513 tarihli Piri reis haritası üzerinden 500 yılı aşkın zaman geçmesine rağmen, en çok konuşulan ve aslında gizemi hala çözülememiş bir konudur. Ben açıklık getireyim de insanlığa hizmetim olsun :)

Bu konuda genel olarak denilir ki :

''Piri Reis, haritayı nasıl çizdiğini, haritanın kenarına aldığı notlarda anlatıyor.''

''Yine harita kenarındaki başka bir notta (Madde 9), Piri Reis haritanın derleme olduğunu kullandığı kaynakları sıralayarak açıklamış; "20 harita ve Büyük İskender zamanında çizilen haritaların sekizinden -ki dünyanın insan yerleşimli bölgelerini gösterir ve Araplar onlara Caferiye der- Arapların bir Hindistan haritasından ve Portekizlilerin zamanımızda çizdikleri dört Asya haritasından ve  Kolonbo'nun batıda çizdiği haritadan faydalandım. Bunları karşılaştırmalı olarak inceleyip çıkarımlarda bulunarak bu haritayı ortaya çıkardım."

Yukarıdaki bilgiler, aşağıdaki bilgi olmadan havada kalmaya mahkumdur. Onu da okuyalım :

Piri reisin en az çizdiği dünya haritaları kadar önemli bir eseri daha var; Kitab-ı Bahriye. Bu ünlü kitabında der ki, Piri reis :

 "Harita ve pusulayı doğru bil.
 Süleyman peygamberdir ona delil.
Çünkü ona inler, cinler, hayvanlar ve kuşlar,
Hepsi ama hepsi baş eğerdi hem karıncalar.
Sen de inan çünkü Kuran'da hak buyurmuştu,
Denizler ilmi de hep verilmişti ona...
Malûm oldu deniz  ona mil be mil"

Piri Reis, burada genel olarak haritaların pirinin Süleyman Peygamber olduğunu söylüyor. Şimdi yukarıda haritaların kenarında düştüğü notlar, Piri reisin, elinde bulunan Hz.Süleyman (as) peygamberden kalan haritaya eklediği ayrıntılar, detaylardır. Suyun derinliği, tuz oranı gibi.

Bazı insanlar, Daniken'in hiç bir ilmi ispatı olmamış teorilerine,senaryolarına,tahminlerine mi inanacaklar; yoksa Piramitler, Piri reis haritası ve elbette ışınlama konusundaki Kur'an ayetlerine ve ilmi izahlara mı itiraz edecekler..?

Bu yazımda piramitler, Piri reis haritası, yüksek dağlara yapılmış heykeller ve ışınlama üzerine Daniken'e teoriden öte, ilmi cevapları kısaca sundum. Kime ve neye inanacağı bundan sonra okura kalmıştır.

Son söz: her önünüze gelen kitabı alıp okumayın! Bu tür bilimsel soslu fanteziler ve dini inançlarımızı dumura uğratıcı sözde bir kısım marjinal dini kitaplara da temkinli yaklaşınız. Tabi sizi sonsuz hayata götürecek imanınıza, inancınıza kıymet veriyorsanız..!


17 Ocak 2018 Çarşamba

kaygısız rahvan atlar gibi...


güzel gözlerinin çatısında,
yay kaşlarının altında,
bir aşk yuva yapmış;
ürkek serçeler gibi...
içimizden muzur yaramaz çocuklar geçiyor,
koşuyorlar rahvan atlar gibi,
delice,
kaygısız ve umarsızca,
akıyoruz birbirimize,
keşkelere karışmış hasretlerle...
deli arzular koyunu,
liman ederken kendimize,
örtsün bizi gece...
kaygısız rahvan atlar gibi,
özgürce,
deli dolu akalım içimizde,
kimseler duymasın bizi,
kimseler görmesin.
felekten birazcık zaman çalalım,
ay bize imrensin, 
yıldızlar konfeti olsun.  
masum öpüşlerimizde çiçek kokuları,
saçlarında pembe bir bahara,
eşlik etsin şarkılar.

  



Okur şiirleri bir b'aşka oluyor

''Bir bilseniz nasıl özlem duyuyor bu kalp size. Tek kanadı kırık bir kuş gibi size uçmayı ümit eder hep. 
Varlığınız benim iyi olmamı sağlıyor
Canım efendim,
Gözümün nuru, 
Ben ki sizden ayrı ne işe yararım
Oturduğum siz,
Aldığım nefes siz,
Yediğim aş siz,
Yudumladığım su siz,
Uyuduğum uyku siz oldunuz....

Daha bundan gari tasa bilmem,
Daha bundan sonra neşe bilmem,
Daha bundan sonra zevk-ü sefa bilmem,
Gayri benim tasam neşem zevk-ü safam siz oldunuz...

Şunu bilmelisiniz ki Canım efendim, 
Ben iflah olmaz bir aşığım, suçum günahım yok gayri sizi sevmekten başka, ki ben size dair olan hiç bir şeyi suç saymam. 
Siz benim için yaşamın diğer adı oldunuz. 
Yürüdüğüm yolda bile kaldırım taşlarına bakıp gülümsemektir sizi sevmek. 
Minnettarım size, bana kaldırım taşlarını sevmeyi öğrettiniz, siz çok yaşayın emi,
Çok sevin beni e mi..?''

***

''haydi kalk şehri yakıp ondan daha iyisini imar edelim
hadi kalk zamanı unutup daha iyisini hayal edelim
hiçbir şeyin yoksa kaybedecek bir şeyin de yoktur.
kendimle yaşamaktan bıktım..!''

***

''Sesli şiir konusunda yine ihmal edildiğimizi söylesem..? ''

***

''Öldükten sonra;
Bu hayatta en çok neyi sevdin deseler
Aşk derim
Canınıen çok ne yaktı deseler
Aşk derim
En çok gözünde ne kaldı deseler 
Aşk derim
Boğazını düğüm düğüm sıkan ne deseler 
Aşk derim
Kalbini küt küt çarpan ne deseler
Aşk derim
Ellerini titreten ne deseler 
Aşk derim
Gözünden yüzünü hacamat ederek düşen ne deseler
Aşk derim
Boğulduğun kuyulardan sana ışık olan ne deseler 
Aşk derim
Çocukluğunu anlat deseler 
Aşk derim
Gençliğini yakan ne deseler
Aşk derim
Yaşlandın dizini büken ne deseler
Aşk derim
Gözünden perde perde geçen ne deseler 
Aşk derim
Gözün açık gidiyorsun kapa deseler
Aşk derim
Tabut mu karanlık ömrün mü deseler
Aşk derim
Kefen mi beyaz amellerin mi deseler 
Aşk derim
Sana böyle bir kaderi yaşatan ne deseler 
Aşk derim 
Susma boşa gecirdigin hayatını anlat deseler 
Aşk derim
Aşk'tim ben derim
Aşık'tım ben derim
Kulliyen yalan da olsa sonum
Kör kütük Aşk'tım ben derim
Derim de derim

***

''dünyayı değiştirmek isterdim, 
şimdi ise dünya nasıl değiştirdi beni bilmiyorum...
gökyüzünü taşımak isterdim, 
şimdi sadece kendimi taşıyabiliyorum.
de ki: ben iyiyim...''

***

Ben Seni Ölümle Yaşam Arasındaki En Umutsuz Anında Buldum... 
Hayata Karşı Durduğum, 
Yaşamaktan Bıkıp Usandığım, 
Amansız Bir Yürek Acısı İçindeyken,
Ölüm Diye Yakardığım O Dipsiz Kuyuda... 
Gözlerinin Gözlerime Değdiği An,
Anladım Ömrüm Olacağını,
Ömrümün Sen Kokacağını...
Kefeninin Kefenim,
Mezarının Mezarım Olacağını...
Ben O Gün Seni Sende Yaşadım...
Ellerim Ellerinde Yandı,
Mutluluk Doldu Hücrelerime,
Ölü Sevinçlerime Can Geldi,
Bir Sevgi Halesi Oluştu Bende, 
Umut Rüzgarları Esti Ruhuma,
Yüreğinin Sıcaklığıyla Yeniden Doğmuş Gibi Oldum, 
Senden Önce Yaşadığım Ne Varsa,
Dipsiz Kuyulara Gömüp Üstünü Örttüm,
Sadece Sana Olan Sevdamla Yaşamaya Başladım...
Sende Kaldım,
Sende Kilitlendim,
Ve Hep Sende Kalacağıma Dair Kendime Söz Verdim,
Çünkü Ben Seninle Başlamıştım Hayatı Sevmeye, 
Ben Seninle Sevmiştim Başlayan ve Biten Her Günü,
Sende,
Sesinde Bulmuştum Aşkların En Güzelini... 
Elimi Tutuşunu Sevmiştim,
Gözlerime Bakışını...
Sevmiştim Ben, 
Sende İçimin Titremesini Sevmiştim... 
Sen; Ben Sensizken Yalnızlığımı Bilemezsin... 
Kurşun Kadar Ağır Gecelerden,
Gölgemin Mutsuzluğa Düşüşünü Göremezsin... 
Ruhumun En Mahrem Yerlerinde Dolaşan Yangınları Hissedemezsin...
Ne Kolay Gittin,
Hiç Olmamışsın Gibi...



15 Ocak 2018 Pazartesi

Rüveyda'ya mektuplar (32)

 


       delikanlı bir akşamdı, 
yaşlı bir geceye,
selamın en demlisini götüren...


Ocak ayının yarıladık, hâlâ uzaktaki dağların başına serpişmiş kar, şehrimize uğramıyor. Sanki gelip de arındıramayacağı şehrin, kendisini kirletmesinden korkuyor. Şehirler eskisi gibi değil, biliyor. Oysa özellikle geceleri sabaha karşı lapa lapa yağmadan önce nasıl güzel vurur kokusu, baharlara nazire yaparcasına… Gelmek istemiyor, biliyor insanlar eskisi gibi değil, asabi ve şiddete meyyal bir akıl tutulması ile birbirlerine acımasız ve hoyratlar… Öylece bakıyor yüksek tepelerden bize ve biz ona… Ne kar geliyor bu şehre, ne de sen sevgili ve ben gelmeyişinin o ihtişamlı şerefine sana yazmaktan vazgeçmeyeceğim…

Sevgili,

Özledim demek meramımı anlatmaya yetmiyor. Başka sözüm yok Hüzün Bey! diyerek mektubu zarfa koyup göndersem olur.  Bu cümle etrafında pervanenin ateş için çırpınışı gibi çırpınsam, fakir kelimelerime can gelse, senin bana can suyu olan, ruhumu dirilten güzelliğin gibi olur. Filiz verir, yeşeririm yeniden, bunca imkânsız çöllere rağmen...

Özledim…

Ülkenin şehirlerini, caddelerini, sokaklarını, birer birer keşfetmeliyim en son çıkmaz bir sokağa gelip kaybolasıya dek...

Sen çok güzel gülüyorsun, herkes güler, gülebilir ama sen gülüyorsun… Senin gülüşünde güller açıyor, hayır senin gülüşünde koskoca bir gülistan saklı. Çocukların tiyatroda komik bir sahneye gülüşleri gibi belki de, hayır daha derinde, daha efsunlu ve anlatmak için kelimelerden fazlası lazım.

Çırılçıplaktı gülüşlerin, ama yine de kınıyordu insanlar sarhoşluğumu… Kınanmış da olsam, etmem şikâyet, ben tesellimi isminde saklı bir hayatta bulmuşum nasılsa.

Oysa ne ülkende özgür kuşlar gibi kanatlanmak, ne de şehir şehir seni görmek, yaşamak kabil değil. Bana bakışların nasıl olurdu, ben konuşurken beni nasıl dinlerdin. Hiçbir zaman bilemeyeceğim belki de…

Sevgili Kalbim,

Çaresiz ve imkânsız gecelerin koynunda sayısız kıvranışlarım var benim...

Sana yazabildiğim zamanlarda, gecem, karanlığım, dolunayın çıkışı gibi ışığa kavuşuyor.  Sensizliği, senden mahrum kalışı hak ettim mi bilmiyorum. Hâlime itiraz edecek mecalim de yok zaten. Her şey bir kaderle sırrının giriftliğini bilemesek de imanımız tamdır.

Şu fanilikler dünyasında, toprağa düşmeden seni bulmalıydım, desem de takdirin ötesinde bir şey yok. Ruhumu hüzünle deşmeseydim, o açılan yerde ay yüzünü göremezdim sevgili… Gülün işi açmak, diğer çiçeklere takılmadan yalnızca açmak… Bülbülün de, dikenlere takılmadan şakımak, nağme nağme gülü için… Varsın dilimde sayıkladığım ismin cismi beni bulmasın. Ben sevdamla böyle hoşum, bir yudum teselli ile sarhoşum.

Üzülecek bir şey yok sevdiğim, her seven kavuşacak diye ne bir kader, ne de kural var! Sevmenin kutsiyetini, tılsımını, lezzetini, güzelliğini, erişilmezliğini, büyüsünü bilsek; belki de kavuşmak için bu denli can vermezdik.

O ilk bakış, ruha değen ilk sözler ve sonra dokunur gibi yakınlık...  Kavuşunca kuvvetlenen cazibe ve sonrası o malum iki bedenin tek ruh oluşu ve rutine dönen günler ve uçup giden aşk!

Zaman zaman küçük tartışmaların kartopu oluşunun ruha verdiği elem...

En iyisi kader de, nasip de, sevmenin tadını çıkar. Kavuşmak mı? Hayallerine bırak. Senarist de, yönetmen de sen olur, üzülmezsin…

Kalbim,

Her gece, sessizce insanlar uykudayken gökyüzüne bakarım, biraz mahcup ve utangaç...

Hele ayın parlak zamanlarında, senin de o aya, ay yüzün ile nazar ettiğini düşünür, bir başka bakar, içimdeki hİasreti dağlarım.

Gözlerim ne zaman göklere nazar etse, sonrasında hemen;

Kuşlara takılıp gidiyor aklım...[¹]

Sana takılır gider benim de aklım… 
Sonra kalbimin defterine bir şey daha karalarım:
Biz kaygısız, hesapsız sevebilirdik sevgili,
Eksiğimiz de yoktu…
Ah şu fazlalıklarımızdan kurtulmak mümkün olsaydı…

Ceylan bakışlı yârim,

İçimde bir durgunluk, kalemimde bir kuruluk, gönlümde bir kasvet var.

Bulutlanıp bulutlanıp yağmayan bir yağmur gibiyim. Rengim yine gri, ruhumun sevinçleri terk etmiş beni, gitmişler başka diyarlara. Veda etmeden, elveda demişler. Keşke çiçeklerin, hayvanların dilini bilseydim de yalnız onlarla konuşabilseydim. İçimi onlara dökebilsem, onları dinleseydim.

Bizim komşunun kedisi var, iyi bakılır ama bizim pencere altında bizden de ekstralara bayılır.

Açsa, miyavlamasından belli eder, yalvarır gibi demeyeyim, rica eder gibi. Hiçbir canlının hele de bana yalvarmasına dayanamam. Kimim, neyim ki bana bir kedi yalvarsın! Kıyamam, hemen buzdolabına telaşla yönelirim. Karnı toksa eğer bakışırız, gelmez. Bu aralar yok! Gülizar taktım adını. Annem diyor Merak etme ölmemiştir, yakında çıkar gelir. Keşke yerini bilsek de beslesek, çıktıkça bakınıyorum ama yok, yok işte!

Aramak, arayıp da bulmamak nasıl zor bir çile. Habersiz kalmak, ölümden de beter!

Bir insan için birini, bir şeyleri merak etmek ne zor bir sınav. Seni merak ediyorum sevdiğim. Neredesin, nasılsın, neler yaparsın? Sahi onca seslenirim, duyar mısın?

Merak etmek sevgidendir, içinde derin bir sevgi, şefkat barındır. Öfkelerimiz bile kimi zaman, sevdiğimizden, özlediğimizdendir.

Arzu, sevgiden sonra gelmelidir. Arzuya kaynaklık eden duygu, fiziki; sevgiye kaynaklık edense ruhidir... Önce arzu varsa, sevginin getirdiği güzellikleri ulvilikleri perdeler, gölgeler... Bir aşk, arzusuz mümkün, sevgisiz yok hükmündedir.

Sevgili,

Şimdi yerimden doğrulacak, dolaptaki gül suyunu avuçlarıma dökecek, sonra uzun uzun avuçlarımı koklayacağım. Sana olan hasretimin dozu nüksettiği zaman, ya sana yazıyor, ya da avuçlarımdaki kokuyu ruhuma çekiyorum.

Yok yok ağlamıyorum, yüzümdeki ıslaklık gülsuyu…

Ülkenin çıkmaz sokağını arayan Murat

[¹] Cahit Zarifoğlu

12 Ocak 2018 Cuma

bazen diyorum...









Bu ne güzel ne mübarek bir utançtır !


Videoyu daha önce de izlemiştim, anneme benzettim bazı söz ve hallerini merhum Murat Göğebakan'ın. Annemi de bazen dua ederken duyarım : ''Canım Allah'ım..!'' der. 
Bu ne yakın oluş, bu ne samimi hal der ve muhabbetine set olmamak için ikaz etmem. Ne de olsa annem benim gibi mücrim değildir, diye güçlü zannım vardır. 

Bir dönem dinlenme rekorları kıran ''Ay yüzlüm'' şarkısını, Sevgili Peygamberimiz aleyhissalatü vesselam'a yazdığı bilinen merhum sanatçının, ''Vurgunum'' adlı şarkıyı da umrede yaptığı, hangi duygularla kime yazdığı sorularını cevapsız bıraksa da, sözlerini okuyan hemen anlayacaktır, ithaf olunan makamı. 

Ben gönlümün ayak bağı
Senin kapına astımda geldim
Ben gönlümün gözyaşları
Senin yollarına döktüm de geldim
Ben gönlümün ateşi
Senin gözlerinden aldım da geldim
Vurgunum yorgunum
Senin yoluna ölürüm ben
Vurgunum yorgunum
Senin yoluna ölürüm
Vurgunum yorgunum
Senin yoluna ölürüm ben
Vurgunum yorgunum
Senin yoluna ölürüm

''Benim utancım var, hangi yüzle çıkacağım huzura...Edep..!Utanç kelimesi, bende çok ağır basıyor. O'na iyi bir ümmet olamadığımdan dolayı utancım var! 
Beni bu dünyaya gönderen Allah celle celalühe karşı utancım var!'' dedi dedi gül renginde  ağladı durdu...

''iyi insanlar, 
iyi atlara binip gittiler''

Göğebakan'ın göklere bakan gök gönüllü hali ne güzel, bu ne güzel mahcubiyet. 
Her zaman söylerim, (Allah sizin suretlerinize, dış görünüşünüze bakmaz, kalplerinize, kalplerinizde taşıdığınıza bakar) kimseyi yargılayıp, kınamamak lazım,diye.

Bir şey için ikaz etmek, yanlışı şefkatle düzeltmek ile; kınayan bir kabalıkla horlayıp paylamak başka şeydir.Yapmayın, kınamayın, hiç kimseyi..!

İnançlı biri olarak, lösemi sebebiyle aramızdan ayrılmıştı Murat Göğebakan...
Özlemiş olarak ruhuna fatiha okuyalım.