15 Ocak 2018 Pazartesi

Rüveyda'ya mektuplar (32)

 


       delikanlı bir akşamdı, 
yaşlı bir geceye,
selamın en demlisini götüren...


Ocak ayının yarıladık, hâlâ uzaktaki dağların başına serpişmiş kar, şehrimize uğramıyor. Sanki gelip de arındıramayacağı şehrin, kendisini kirletmesinden korkuyor. Şehirler eskisi gibi değil, biliyor. Oysa özellikle geceleri sabaha karşı lapa lapa yağmadan önce nasıl güzel vurur kokusu, baharlara nazire yaparcasına… Gelmek istemiyor, biliyor insanlar eskisi gibi değil, asabi ve şiddete meyyal bir akıl tutulması ile birbirlerine acımasız ve hoyratlar… Öylece bakıyor yüksek tepelerden bize ve biz ona… Ne kar geliyor bu şehre, ne de sen sevgili ve ben gelmeyişinin o ihtişamlı şerefine sana yazmaktan vazgeçmeyeceğim…

Sevgili,

Özledim demek meramımı anlatmaya yetmiyor. Başka sözüm yok Hüzün Bey! diyerek mektubu zarfa koyup göndersem olur.  Bu cümle etrafında pervanenin ateş için çırpınışı gibi çırpınsam, fakir kelimelerime can gelse, senin bana can suyu olan, ruhumu dirilten güzelliğin gibi olur. Filiz verir, yeşeririm yeniden, bunca imkânsız çöllere rağmen...

Özledim…

Ülkenin şehirlerini, caddelerini, sokaklarını, birer birer keşfetmeliyim en son çıkmaz bir sokağa gelip kaybolasıya dek...

Sen çok güzel gülüyorsun, herkes güler, gülebilir ama sen gülüyorsun… Senin gülüşünde güller açıyor, hayır senin gülüşünde koskoca bir gülistan saklı. Çocukların tiyatroda komik bir sahneye gülüşleri gibi belki de, hayır daha derinde, daha efsunlu ve anlatmak için kelimelerden fazlası lazım.

Çırılçıplaktı gülüşlerin, ama yine de kınıyordu insanlar sarhoşluğumu… Kınanmış da olsam, etmem şikâyet, ben tesellimi isminde saklı bir hayatta bulmuşum nasılsa.

Oysa ne ülkende özgür kuşlar gibi kanatlanmak, ne de şehir şehir seni görmek, yaşamak kabil değil. Bana bakışların nasıl olurdu, ben konuşurken beni nasıl dinlerdin. Hiçbir zaman bilemeyeceğim belki de…

Sevgili Kalbim,

Çaresiz ve imkânsız gecelerin koynunda sayısız kıvranışlarım var benim...

Sana yazabildiğim zamanlarda, gecem, karanlığım, dolunayın çıkışı gibi ışığa kavuşuyor.  Sensizliği, senden mahrum kalışı hak ettim mi bilmiyorum. Hâlime itiraz edecek mecalim de yok zaten. Her şey bir kaderle sırrının giriftliğini bilemesek de imanımız tamdır.

Şu fanilikler dünyasında, toprağa düşmeden seni bulmalıydım, desem de takdirin ötesinde bir şey yok. Ruhumu hüzünle deşmeseydim, o açılan yerde ay yüzünü göremezdim sevgili… Gülün işi açmak, diğer çiçeklere takılmadan yalnızca açmak… Bülbülün de, dikenlere takılmadan şakımak, nağme nağme gülü için… Varsın dilimde sayıkladığım ismin cismi beni bulmasın. Ben sevdamla böyle hoşum, bir yudum teselli ile sarhoşum.

Üzülecek bir şey yok sevdiğim, her seven kavuşacak diye ne bir kader, ne de kural var! Sevmenin kutsiyetini, tılsımını, lezzetini, güzelliğini, erişilmezliğini, büyüsünü bilsek; belki de kavuşmak için bu denli can vermezdik.

O ilk bakış, ruha değen ilk sözler ve sonra dokunur gibi yakınlık...  Kavuşunca kuvvetlenen cazibe ve sonrası o malum iki bedenin tek ruh oluşu ve rutine dönen günler ve uçup giden aşk!

Zaman zaman küçük tartışmaların kartopu oluşunun ruha verdiği elem...

En iyisi kader de, nasip de, sevmenin tadını çıkar. Kavuşmak mı? Hayallerine bırak. Senarist de, yönetmen de sen olur, üzülmezsin…

Kalbim,

Her gece, sessizce insanlar uykudayken gökyüzüne bakarım, biraz mahcup ve utangaç...

Hele ayın parlak zamanlarında, senin de o aya, ay yüzün ile nazar ettiğini düşünür, bir başka bakar, içimdeki hİasreti dağlarım.

Gözlerim ne zaman göklere nazar etse, sonrasında hemen;

Kuşlara takılıp gidiyor aklım...[¹]

Sana takılır gider benim de aklım… 
Sonra kalbimin defterine bir şey daha karalarım:
Biz kaygısız, hesapsız sevebilirdik sevgili,
Eksiğimiz de yoktu…
Ah şu fazlalıklarımızdan kurtulmak mümkün olsaydı…

Ceylan bakışlı yârim,

İçimde bir durgunluk, kalemimde bir kuruluk, gönlümde bir kasvet var.

Bulutlanıp bulutlanıp yağmayan bir yağmur gibiyim. Rengim yine gri, ruhumun sevinçleri terk etmiş beni, gitmişler başka diyarlara. Veda etmeden, elveda demişler. Keşke çiçeklerin, hayvanların dilini bilseydim de yalnız onlarla konuşabilseydim. İçimi onlara dökebilsem, onları dinleseydim.

Bizim komşunun kedisi var, iyi bakılır ama bizim pencere altında bizden de ekstralara bayılır.

Açsa, miyavlamasından belli eder, yalvarır gibi demeyeyim, rica eder gibi. Hiçbir canlının hele de bana yalvarmasına dayanamam. Kimim, neyim ki bana bir kedi yalvarsın! Kıyamam, hemen buzdolabına telaşla yönelirim. Karnı toksa eğer bakışırız, gelmez. Bu aralar yok! Gülizar taktım adını. Annem diyor Merak etme ölmemiştir, yakında çıkar gelir. Keşke yerini bilsek de beslesek, çıktıkça bakınıyorum ama yok, yok işte!

Aramak, arayıp da bulmamak nasıl zor bir çile. Habersiz kalmak, ölümden de beter!

Bir insan için birini, bir şeyleri merak etmek ne zor bir sınav. Seni merak ediyorum sevdiğim. Neredesin, nasılsın, neler yaparsın? Sahi onca seslenirim, duyar mısın?

Merak etmek sevgidendir, içinde derin bir sevgi, şefkat barındır. Öfkelerimiz bile kimi zaman, sevdiğimizden, özlediğimizdendir.

Arzu, sevgiden sonra gelmelidir. Arzuya kaynaklık eden duygu, fiziki; sevgiye kaynaklık edense ruhidir... Önce arzu varsa, sevginin getirdiği güzellikleri ulvilikleri perdeler, gölgeler... Bir aşk, arzusuz mümkün, sevgisiz yok hükmündedir.

Sevgili,

Şimdi yerimden doğrulacak, dolaptaki gül suyunu avuçlarıma dökecek, sonra uzun uzun avuçlarımı koklayacağım. Sana olan hasretimin dozu nüksettiği zaman, ya sana yazıyor, ya da avuçlarımdaki kokuyu ruhuma çekiyorum.

Yok yok ağlamıyorum, yüzümdeki ıslaklık gülsuyu…

Ülkenin çıkmaz sokağını arayan Murat

[¹] Cahit Zarifoğlu