ölürken göklere değil,
son kez kalbime bakıp,
ondan helallik dileyeceğim:
“Kalbim! Şu kısa dünya hayatında,
çok uzun üzdüm seni!”
Sevgilim Rüveyda,
Küstünüz mü, neden dört gecedir uğramazsınız rüyalarıma? Ürkek ceylan mısınız, yok, siz gem vurulmaz bir kısrak gibisiniz Rüveyda! Saçlarınızı dağlarda özgürce koşan kısrakların yelelerine benzetirim...
Yine o aynı hâl; siz diyerek başlamışım, oysa sen demek, uzakları yakın eyliyor, sanki bir nefes mesafesinde, y/akıcı...
Hiç değilse kelimelerimde fren kullanmayayım. İsminin gülistanında özgürce, kokunla mest olarak, şarkılar, şiirler eşliğinde dolaşmalıyım. Senli zamanların ahenginde, notalar üzerinde, bin bir beste ve hiç yazılmamış güfteler benim olsun, onları yalnız ben yazayım sana...
Siz kadar uzak, sen kadar yakınlığın arasında hüzünlü bir çizgidir bizim hikâyemiz. Adını yâd etmek, çocukluğumun bayramları, gökyüzüne bırakılan balonlar, gökyüzünde uçurulan uçurtmalar, şen şakrak bir bahar, gözlerinin kıyısına kurulmuş cennet panayırıdır... Andıkça adını, tatmadığım tadın yayılır damağıma... Kurur dilim dudaklarım... Yanarım... Neredeysen, hangi iklimde gizliysen, çıkıp gel artık. Bugün pazar ve birçok evde, tatlı bir yorgunlukla uyanacak kadınlar adamlar...
Ben onları yokmuş gibi, herkes benim gibi hasrete gebeymiş, herkes yalnız ya da ihtiyar anneleriyle kahvaltı yaparmış farz edip kendimi kandıracak mıyım? İç sesimi duymamak için dış seslerle avunacağım. Ne yorgun gecenin pazarlarına sitem edeceğim ne de kalan ömrümün akıbetini hesaplayacağım...
Bazı ilişkilerde taraflardan biri ilişkinin geleceğinin hesabını yapar. Böylelikle anı da berbat eder. Oysa aşkın matematikle ilgisi yoktur. O hesaba kitaba sığmaz ki. Ne mantık tanır ne yarın kaygısı bilir. Aşk statükocu değildir Kalbim… Şartlardan, hâlden anlamaz, hâle koyar insanı…
Çünkü:
Aşkta yarın yoktur sevgili
Zaman ileri doğru değil, içeri, yüreklere, derinlere doğru işlemeye başlar[¹]
Konu buraya gelmişken Sevgilim,
Sana okuduğum iki kitaptan iki pasaj aktarmak isterim. Kendisine evlenme teklifinde bulunan güzeller güzeli Lucy’enin bu teklifini, kadını çok beğenmesine rağmen “evlilik korkusuyla” reddeden ve bunu yıllar sonra pişmanlıkla arkadaşlarına anlatan Trefetan’ın: Onunla uzun yıllar geçirebilirdim. Burada kalmak intihar. sözleri...[²]
Pek çok insanın hayatında yaşadığı evlenemediği ya da evlendiği kişiye ait pişmanlıklar sanırım zaman ne kadar akıp geçse de bir ukde gibi yüreklerde kalabiliyor. Trefan’da bunu acı acı yaşıyorsunuz.
Ya Alyoşa’nın Müslüman dervişlere benzer kişiliği, ahlakı, tevekkül içindeki masum cevapları, olaylara bakışı. Zavallı Alyoşa’nın insanlara ve özellikle ailesine itiraz etmeksizin uşak olarak verildiği bir malikânedeki Ustinye isimli aşçı kadınla evlenmesine mani oldukları demde, kar küremek için damdan düşüp ölüm anında geçen diyalog:
Ustinye:-Alyoşa, ölecek misin yoksa?
- Hep böyle yaşayacak değiliz ya, günün birinde öleceğiz...
İyi ki evlenmemize izin vermediler, evlenmiş olsaydık şimdi sen ne yapardın, bak ne iyi oldu…[³]
Ölüm anında bile sevdiği kadını böylesine çocuksu bir masumiyet içinde teselli ediş. Gerisini sen anlarsın Rüveyda… Sana boşuna Kalbim demedim. Kalbime mektuplar yazıyorum, biliyorum bir yerlerde bir gün beni okuyacak…
Kalbi olanlara tarif gerekmez ve kalbin kan pompasından öte bir gönül olduğunu bilenler; bir noktadan, bir virgülden, bir ah edişten ya da yalnızca Rüveyda deyişimde, ne anlamlar saklı olduğunu bilecek kadar derindirler.
Ah Rüveyda,
Sen benim için yeryüzünde bulunmaz enfes bir işkencesin... Varlığın bana vazgeçemeyeceğim bir zulüm, varlığın suç sayılmalı, ömrüme müebbet... Ya varlığın olmasaydı, nasıl tutunurdum şu iğreti, sahteliklerle dolu, ikiyüzlü hayata!
Ah nasıl da metcezirlerimsin görüyor musun? İnleyişlerim, kıvranışlarım, haykırışlarım, arayışlarım, adayışlarım, aldanışlarım, ağlayışlarım. İyi ki varsın ve sen beni asla bırakmaz, aldatmaz, yalanlarla kandırmazsın, yapmazsın bunu, yapamazsın, kıyamazsın...
Annem gibi sev beni, ne kadar hatası, yanlışı olsa da, anneler çocuklarını sevmekten hiç vazgeçmezler; anneleri üzen çocuklar olsa da, anneler çocuklarından vazgeçmezler. Beni annem gibi sevebilir misin Rüveyda?
Siz kadar uzak, sen kadar yakınlığın arasında boynu bükük bir çiçektir varlığım.
Herhangi bir çiçek, en değersiz bilinen neyse o... Güneşe muhtaç, sana... Havaya muhtaç, sana... Ve yağmura muhtaç, sana... Az önce pencereyi açtım, gece yağmur serpiştirmişti, toprak kokusu ve yağmur sarmaş dolaş olmuşlar, ruhumu çepeçevre kuşattılar. Nasıl güzeldi, derin derin içime çektim. Bu adamın kokulara da ayrı bir hassasiyeti var Rüveyda... Geçen gece de enfes bir kar kokusu vardı sokaklarda... Kar yoktu, kokusu vardı. Göz vardı yaşı yoktu, sonradan o da dâhil oldu bu senfoniye... Bu anlar ruhumun sevinç anlarıdır, yaşama sevincini tattığım anlar... Ben bir böyle anlarda, bir okunan ezanlarda, bir de sizi düşünüp size yazdığım anlarda yaşama sevincini tadarım.
Bir kadın özel kokmalı. Parfümler bile onun kokusunu bastıramamalı. Bir parfüme kendi kokusundan katmalı, o parfümün adı Kalbim olmalı artık... Daha kapıdan girer girmez, hafif hafif çalan bir piyano gibi, o koku kadından önce karşılamalı adamı... Ah güzel kokular, bir ruha siz ne çok şey katıyorsunuz, sanki yemeğin tuzu, biberi gibi… Sen de benim mahzun ve yarım hayatıma lezzet katan mis kokum...
Sana kokan bir Murat
[¹] Cezmi Ersöz
[²] Gecenin Çocuğu, Jack London
[³] Çömlek, Tolstoy