30 Eylül 2017 Cumartesi

kelepir 33

Okur mektupları bazı okurları dellendirse de, burası, bendenizin aynı zamanda anı defteri...''kendimden kendime,kendimce'' ve ''bir yudum teselli.'' Güzel bir pazar sabahına uyanmak dua ve temennisiyle...  









Sizden gelenler (30.09.17)

''Bir  kelebeğin ömrü  kadar mıdır aşk ?  Bir  kelebeğin yükü müdür kaf dağı.. Oysa umut etmeye,  kavuşmaya  ihtiyacı  vardı, sonsuza dek...

Benim adım  Ruveyda değil bayım. Yüzünü benden yöne döndürdüğünüzden beridir ay doğdu  yüzüme, gönlüme, karanlığıma... Bu yüzden  Mehlika'nız oldum bayım.Ah Mehlika kalmak ne ala..! 

Hatırlamazsınız  yüzünüzü  bana döndüğünüzde o çocuksu gülüşmeler,  dudağımın kenarındaki  çukurcuğa sokulmak istemeler, sığınak  misali... El ele tutuşup yürüdüğümüz o yollarda kuru yaprakların çıkardığı sesler melodi  gibi gelirdi sizinle olunca..   

Sonra ne mi  oldu..?  Güneş doğdu  sabah oldu. Hiç bitmeseydi  o rüya... 

Güneş  doğsa da,  Mehlika hep orada olacak... 

Sizin Mehlika'nız...''

***

''Her türlü sana yazı(lı)yorum, 
mümkün olsa kaderimi de yazardım...'' 

***

''Sevgine Hasretim, 
Sana Aç, 
Sana Susuz,
Hadi,
Gel, 
Ateşim Ol,
Söndür İçimdeki Yangınları,
Doldur Yatağımda ki Boşluğu...
Sende Böyle Kaybolmuş, 
Sende Böyle Yitmişken,
Öp Beni Doyasıya, 
Keşfet Benliğimi,
Bırak Kendini Kollarıma,
Uzan Yanıma Boylu Boyunca...
Hadi,
Gel,
Doldur Yatağımda ki Boşluğu,
Ateşinde Yak,
Dudaklarımdan Kalbine İnsin Ateşim,
Sana Ömründe Hiç Tatmadığın Güzel Duygular Bahşetsin...
İstemez misin Bir Kez de Olsa Beni Hissetmeyi?
Nefesimin Boynundan Yüreğine İnişini?
Ellerimin Varlığını Keşfedişini?
Hadi,
Gel,
Azalt Özlemimi...
Boynundan Başlayayım Öpmeye, 
Dudaklarında Hayat Bulayım...''

***

''Yoksun ya!
geceler kokulu diken
gündüzler zehir zemberek...
çareyi ikindi de bulayım derken, 
Sığınıyorum  yine geceye yokluğuna direnerek....
Yoksun ya; hiç tadı tuzu yok zaman diliminin. 
Herşey batıyor 
Herşey bitiyor 
Her şey zehirli engerek...''

Yoksun ya!
Ben de yokum 
Yaşıyorum sadece
Yaşadığımı zannederek 

Yoksun ya !
Ben ölü toprağa 
Ölü yaprak da bana gerek!
  
Yoksun ya!
Neyse hadi boş ver
Çık gel,
Koyun koyuna uyuyalım... 
Bütün aksiliklere direnerek...''

***

''Arkamda Beni Yaşatacak Ne Bir Ben Varım,
Ne de Şiirlerim...
Yüreğim Sonsuz Bir Boşlukta,
Susuyorum,
Yazmıyorum,
Çünkü İçimden Geçenleri Sığdırabileceğim Hiçbir Sayfa Yok...
Ruhumda Biriken Cümlelerimi Gözyaşlarımla Birlikte İçime Akıtıyorum Sessizce...
Ne Ne Nehirlerce Yüzdürdüğüm Hayallerim Var Artık,
Ne de İçimi Coşturan Sevinçlerim...
Yüreğim Dağların Arasında Sıkışmış,
Sesi Çıkmıyor...''

***

''Ne can alıcı bir duygu bu
Tarifi yok
Telafisi yok
Sadece sana an'a odaklaşarak,
Yaşarım kendimi...''

***

''Sabırsızlık bulutları çökmüş üstüme! 
İliklerime kadar korkuyorum !
Yeltendiğim şey olmayacak diye..!
Bur hayli tedirgin ve umutsuz oldum!
Sormasın bana hiç bir şeyi hiç kimse! 
Ben bile neden telaşlandığımıı unuttum!
Hepi topu ben kaldım! 
Kimse yok artık hiç bir şey kalmadı,
Heveslerimden geriye..!
Zor, çok zor biliyorum. 
Bu enkaz bana kibrimden hediye..!

Bılınd fırim nızım ketim 
Ben taş bulur muyum başımı koyacak, onu da anlamadım.''

*** 

Ve sen illegal sevgilim 
Varım yogum butun emeğim
Konsam senin dallarına 
Sakin beni kovma
Yuvasız bir kewok dersin
Mevsimsiz bir rüzgar sayarsin beni
Yuva bellerim evinin ücra bir köşesini 
Sana bakar sürdürürüm
Omuzlarına dağ çökmüş 
Çocuk sevinçlerimi...

Bılınd fırim nızım ketim
(Yüksek uçtum alçak düştüm) 

***

Sazım, sözüm, siirim işim gücüm....
Sen değil misin beni enkazlar içinde bulup kalbinin sarayına cariye eden...

***

yalnızlığa attığınız zarfa ikimizi koyalım. Tek başına sıkılmasın yalnızligimiz.. iki lafin belini kırarlar  birbirilerini tanrılar 

Ve belki bir gün son rihtimda uzun bir mola verip bizden çalınan hayatları dile getirirler. Buluştuğumuz bir nokta olsun o zarf. Senden benden küçük bir hayat, sonsuz bir mutluluk doğar.

***

''Bir de babasına şımaramayan kızlar var; 
Bu kızlar cancağızım, hayatları boyu soğuk bir maske takarlar.
Hiç bir erkekleri soğuk mabetlerine almaya cesaret etmezler..!
Her geçen gün kırılan heveslerinden dış cephe duvarlarını kalınlaştırıp iç duvarlarının gölgesinde üşürler... 
Bu kızlar cancağızım baba tebessümü gördükleri adamlara kapı aralarlar. Elma şekeri yemediklerini ilk kez bu adamlara itiraf ederler. Komşu bahçeden vişne çaldıklarını da....
Hele bir de bunu anlattıkları adamlar buna tebessüm ederse, kapı ardına kadar açılır. Sıcak temiz ve sağlam bulur o zaman. Mesafenin bile bir anlamı kalmaz. Uzaktan uzağa yakından uzağa, uzaktan yakına bütün yolların gözü çıksın, bu kızlar uyudukları soğuk yataklarında bu koca yürekli adamların gövdelerine sarılıp uyurlar.  Tatlı tatlı rüyalar görüp küçük kedilere özenirler. Nazları, tripleri kavgaları şımarmaları hep bu adamlara. Allah herkese nasip eder mi acaba.❤

***

''Çocukluğumun TRT  radyosundaki arkası yarın hikayeleri bekler gibi heyecanla bekleyiş içinde Rüveyda'nın  bir sonrasını okumak için çocukça sabırsızlanıyorum.'' 

***

Yine siz sevgili dostlarımdan, birbirinden güzel Rüveyda mektupları geldi, bir kısmına yine burada yer verdim, kalanı daha sonra nasipse. Tek bir ricam var, lütfen sanırım bazılarınız telefondan yazıyorsunuz ve Türkçe alfabeye çevirmek bana kalıyor ki, bendeniz kendi yazılarını bile tekrar okuyup redakte etmeye erinen biriyim. En çok da (i) harfini (ı) ya; (g) harfini (ğ) ye çevireceğim diye canım çıkıyor :))

Evet, şimdilik bir Rüveyda'ya mektuplar, daha taslaklarda hazır, yayınlanacağı zamanı bekliyor. İlginiz ve sizden gelenler mutluluk verici. 
Güzel bir hafta sonu dileklerimle...

                                                                [objektifimden]



29 Eylül 2017 Cuma

kelepir 32







Üstad N.Fazıl'a göre şiir...


''Orhan Okay’ın tespitine göre, Necip Fazıl’ın (1905–1983) ilk şiiri, 1922 yılında yayımlanan “Örümcek Ağı”dır (Okay, 1991, 130). Necip Fazıl’ın şiir kitapları şunlardır: Örümcek Ağı (1925), Kaldırımlar (1928), Ben ve Ötesi (1932), 101 Hadis (1951), Sonsuzluk Kervanı (1955), Çile (1962), Şiirlerim (1969), Esselâm (1973), Çile (1974).

Necip Fazıl’ın Poetika adlı metni, tam metin olarak ilk defa, 1955 yılında yayımlanan Sonsuzluk
Kervanı’nda yer almıştır. Bu kitap Necip Fazıl’ın Çile öncesi bütün şiirlerini toplayan ilk kitaptır. Bu metin bu kitaptan itibaren Çile’nin bütün baskılarında yer almıştır. Poetikanın 1955 yılında toplu şiirlerle yayımlanması, bu metnin, Necip Fazıl’ın şiir kişiliği oluştuktan sonra kaleme alındığı anlamına gelmektedir.

Necip Fazıl’ın şiir görüşünü kavramada temel metin olan “Poetika”sının yanına, 1936 yılında çıkardığı Ağaç dergisindeki başyazılarını ve bu dergideki bazı değinilerini koymak, bunları da kendisiyle yapılan söyleşilerde beyan ettiği görüşlerle desteklemek bence en sağlam yoldur. Bu üç kaynağın işlemesi gereken zemin de Necip Fazıl şiiridir.
Necip Fazıl’ın Poetika adlı metni on dört bölümden oluşmaktadır. Bu bölümler şunlardır: 1. Şair. 2. Şiir. 3. Şiirde Usûl. 4. Şiirde Gaye. 5. Şiirin Unsurları. 6. Şiirde Kütük ve Nakış. 7. Şiirde Şekil ve Kalıp.. 8. Şiirde İç Şekil.. 9. Şiir ve Cemiyet. 10. Şiir ve Hayat. 11. Şiir ve Din. 12. Şiir ve Müspet İlimler. 13. Şiir ve Devlet. 14. Toplam.

Necip Fazıl, şiiri kavrayışını izaha, şairin hayat ve şiir karşısındaki konumunu tespit ederek başlamaktadır. Öncelikle karşı çıktığı husus şairin edilgenliğidir. Buna mukabil şairin vasfı olarak çağırdığı ilk nitelik bilinçliliktir. Hem içinden gelenler, hem de dış tesirler söz konusu olduğunda şair, bir “şuursuz âlet” (Kısakürek, 2002, 471, 496) değildir. Necip Fazıl’ın hem biçim meselesini açıklarken hem şiirimizin tarihsel çerçevesini ortaya koymayı amaçlayan yazılarında en çok vurguladığı, önemsediği hususlardan birisi, şairin şiirine şahsiyetini verebilmesidir. Şair hem vezin karşısında, hem döneminin şiir ortalamasının, klişelerinin karşısında, şahsiyetini silen edilgenliği değil, şahsiyetini öne çıkaran etkinliği esas almalıdır. Şahsiyetin Necip Fazıl’dan sonra en çok gündeme geldiği devir, İkinci Yeni devridir.

İkinci bölümün en önemli cümlesi, “Şiir, Mutlak Hakikat’i arama işidir” (473) cümlesidir. Mutlak hakikat Allah’tır (474). Necip Fazıl’ın bu önermeler çerçevesinde telâffuz ettiği kavram da “arayış” (473) kavramıdır.

Poetikanın üçüncü bölümünde Necip Fazıl şiirinin temel kurallarından biriyle karşılaşırız: Şiir, somuttan soyuta gitmelidir. Bu bölümde soyutlamak vurgulanarak öncelenmektedir.

Necip Fazıl, Poetikanın dördüncü bölümünde simgeyi ve şiirde üslûbun önemini öne çıkarmaktadır. “Şiirde, ne söyledi yok, nasıl söyledi vardır.” (476) kuralı Necip Fazıl’a göre üslûbun temel taşıdır. Bölümden anlaşılan husus, şiirin bildirdiğinin, şiirin konuşma tarzıyla (üslûp) disipline edilmesi gerektiğidir. Bu öneri, Necip Fazıl’ın iki konudaki hassasiyetinden doğmaktadır. Birincisi, şiir, bir haberin açıkça ilânı üzerine kurulmamalıdır. Bu düzyazının, dahası bilimin metodudur. Didaktik ve politik şiirlerde bu hataya düşülmektedir. İkincisi, şiir, vezin ve kafiyenin kolaylığına sığınmamalıdır. Dış yapı düzgün bile olsa, şiirin muhtevası boşsa; bir haberden yoksunsa, böyle şairler şiirde ileri gidemezler; kısa sürede devre dışı kalırlar. Necip Fazıl, kafiye ve veznin, şiiri, birtakım “adî lâf tertipleri”nden (476) ayırdığını; ama sadece bu ayrım üzerine kurulan şiirin bir sahtekârlık olduğunu belirtmektedir. Necip Fazıl’da şiir bu iki husus arasındaki sentezden, gerilimden doğmaktadır. Necip Fazıl, şiirin taşıdığı özle, bu özün sunulduğu biçim arasında, birbirini elimine etmeyen, birini öbürüyle denetleyen bir yapı kurulmasını önermektedir. Bu yapıda, şiiri dış yüzeyden ibaret görerek, sadece kafiye ve vezin üzerine kuran anlayışın farkında olmadığı bir iç yapı vardır. Bu yapı şiirin bütün kurallarından bağımsız bir şekilde oluşmuş kendine özgü bir canlılık taşımaktadır. İşte simge bu yapıdan doğar, doğmalıdır. Simgenin işlevi, şiirin iç yapısındaki “sırrı” (476) anlamı şiirin dış yüzeyine taşımaktır. Burada işçilik ayrı bir önem kazanmaktadır. Kendine özgü bir canlılık arz eden iç yapı olağanüstü derecede çeviktir; kolayca ele geçmez. Şairlik, “bu harikulâde çevik ve ince bünyenin heykeltıraşlığı”dır (477).

Beşinci bölüm şiirde duygu ve düşüncenin tek başlarına ehemmiyet kazanamayacakları hususuna ayrılmıştır. Necip Fazıl’a göre duygu ve düşünceler birbirlerine katışmalıdır. Şiir, bu katışma sürecinde, tarafların birbirlerine açıldıkları mesafe üzerinde ortaya çıkar. Eğer şiir, sadece duygu üzerine kurulursa, böyle şiirlerde insanın içini bayan abartılı romantizmden; sadece düşünce üzerine kurulursa, böyle şiirlerde de vaazdan, nutuktan, ders vermekten kurtulunamaz ki şiir bunları amaçlamaz. Böyle şiirler değersiz “birer ses”ten (478) ibarettir. Şiirde düşünce duyumsanabilir olmalıdır. Şiirde duygu düşünceyle, düşünce duyguyla değişecektir; ama bu “tagayyür ve istihale”de (479) düşüncenin değişimine daha çok emek verilmelidir; çünkü duygu, düşünceye nazaran değişime daha açık bir karaktere sahipken düşünce direşkendir. Düşüncenin direnişini kırmak için daha çok emek sarf edilmelidir.

Altıncı bölüm beşinci bölümün üzerine kurulmuştur. Beşinci bölümün konusu olan duygu ve düşünce şiirin ana maddesidir. Buna şiirin özü yahut muhtevası denir. Bu muhtevanın sunumu, estetik ve fonetik yapısı şiirin biçimini oluşturur. Şiir bu unsurlardan bütünlenen bir yapıdır.
Poetikanın yedinci bölümü şiirde bütünlük bahsine ayrılmıştır. Bütünlük, şiirin iç yapısıyla dış yapısının karşılıklı olarak birbirlerinde tecelli etmelerinden oluşur. Şiirin iç yapısı (öz) mutlaka kendi biçimini (dış yapı) arayacaktır. Bu arayış özün, biçimi “fatihçe zapt etmesiyle (481) sonuçlanmalıdır.
Necip Fazıl’a göre şiirin biçimi, özün çatıldığı omurgadır. Bütün gayret, öz-biçim uygunluğu doğrultusunda şiirin tezahür etmesi, öze uygun biçimin bulunmasıdır. Biz bu çerçevede bir şiire baktığımızda, sadece biçimi yahut özü değil, şiirin bütün unsurlarının birlik arz ettiği bir bütünlüğü görmeliyiz. Bu bütünlüğü ortaya çıkarabilmenin en temel şartı da şiirde isçiliğin büyük bir önem arz ettiğinin farkına varmaktır. Bu itibarla, eğer bir şiirde kafiye ve vezin, “Ben buradayım.” diye bağırıp duruyorsa, o şiir sıradan bir “nazımcılık” (482) örneğidir. Şair, mutlaka bir vezne (bir ölçüye) bağlanan; ama aynı zamanda bu vezni asan adamdır. Bir vezne bağlanan; ama veznin bağlayıcılığı altında ezilen, vezni “sırtında bir kambur” (482) veya “bir koltuk değneği” (482) gibi taşımak zorunda kalan şairden sağlam şiir çıkmaz. Sağlam şiir, vezni “ezen” (482), “ayağının altına alıp çiğneyebilen” (482) “büyük usta”lardan (482) sâdır olur.

İşte bu aşamada, vezne diş geçiremediği için vezinden vazgeçmek işin kolayına kaçmaktır. Vezin-mizan ilişkisi gereği, ölçü şiirde esastır. Bir ölçünün kaydından kaçmak vezne bütünüyle teslim olmaktan ve şiirini sadece vezni işletmek üzerine kurmaktan daha vahim bir durumdur. “Üstün sanatkâr, sabit bir şekil ve kalıp içinde her an, her şiir, her mısra, her kelimede eski şekil ve kalıbını yenileyebilendir.” (483). Bence Necip Fazıl’ın şiir tekniği bakımından en temel düşüncesi budur. Necip Fazıl’ın daha ilk kitabının bir yenilik arz etmesinin arkasındaki sebep budur. Necip Fazıl’ın şiire başladığı, ilk kitabını çıkardığı dönemde yazılan şiir, hele ki hece şiiri eskimiş, artık bir şey ifade etmez olmuştur. Bu ortama ayak uydurmak yerine, yepyeni bir şiir davası gütmesinin sebebi şiirin tekniğine, işçiliğine, tazeliğine verdiği önemdir. Bu durum, Necip Fazıl’ın şiiri aynı zamanda bir teknik (biçim) olarak algıladığını göstermektedir.

Sekizinci bölüm şiirde biçim, vezin ve âhenk unsurlarına ayrılmıştır. Necip Fazıl’a göre serbest vezin, şiirin dışa ait biçimini ortadan kaldırarak, bunun yerine, şiirde “iç şekli billurlaştırma”yı (484) esas almaktadır. Bu tavır olumlu karşılansa da, en nihayeti, zamanla mekânın bağını koparmak cinsinden “imkânsız” (484) bir iştir. Özün dış biçim kaydı olmadan gövdeleşebilmesine imkân yoktur. Dış biçim vezindir. Vezin de aruz vezni yahut hece veznidir. Aruz vezni iki sebepten dolayı tercih edilemez. Birincisi, artık onu yaşatacak bir hayat, bir insan yoktur; aşılıp geçilmiş bir kalıptır. İkincisi, aruz vezninde âhenk yapaydır. Şiirin özünü biçimin egemenliğine maruz bırakan bir tavır esastır. Fakat bu şiirin büyük ustaları elinde bu yapaylığın aşıldığını da görmek gerekir. Fuzulî, Bâki, Nedim, Şeyh Galip bu duruma örnektir. Hece vezni, aruz veznine nazaran şaire daha geniş imkânlar
tanımaktadır. Hece vezni, yapısı gereği uzun ve kısa hecelerin harmanıyla şaire, her an değişik bir aruz kalıbını kullanmanın imtiyazına benzer bir imkân sunar. Bir şiirde sabit bir kalıba bağlı kalmak mecburiyetini ortadan kaldırır; şiirin akışı içinde an be an değişen hâlet-i ruhiyemize, şiirin iç yapısıyla dış yapısı arasındaki hareketli, değişken karakterli ilişkiye hece vezni daha uygundur. Bu vezindeki başarıya da Yunus Emre örneği verilebilir.

Necip Fazıl serbest vezni, şiirden “dış şeklin”, ölçünün, kaydın atılması olarak algılamaktadır. Buna
mukabil, şair muhakkak bir şekle bağlı kalmalıdır. Necip Fazıl’ın önerdiği şekil hece veznidir.
Necip Fazıl bu bölümde şiirde kelime seçiminin önemini de vurgulamaktadır. Şiirde her kelime, “içine renk renk, çizgi çizgi, yankı yankı cihanlar sığdırılmış birer esrarlı billur zerreleri”dir (484). Bundan dolayı şiirde kelime seçiminin, kelimeleri birbirleriyle kaynaştırıp bütünleştirmenin büyük bir önemi vardır.

“Şiir ve Cemiyet” başlıklı dokuzuncu bölümde Necip Fazıl, şiiri, vizyon (ufuk) kelimesi bağlamında toplumun “rüya”sı (486) olarak görmektedir. Necip Fazıl’a göre bir toplumun bütün devrelerinin izlenebildiği en sahici alan şiirdir. Çünkü şiir “bir milletin iç mayalaşmasını ifade eder.” (Kocahanoglu, 1983, 491). Yani, milletin özünün toplandığı, saklandığı, canlı tutulduğu, ayağa kalktığı yerdir. Özellikle toplumsal kriz dönemlerinde şiir (“cemiyetin mu’dil oluşları içinde” Kısakürek,, 2002, 486) o toplumun vücut bulmasını sağlamış köklerine sahip çıkan, içinde bulunduğu dönemi ve durumu birinci elden yansıtan, toplumun “istikbâlinden haberler getiren” (486) bir rüyadır. Bu rüyayı şair görür. Şair, toplumun zor zamanındaki “sayıklamalarını dahi zapt eder.” (486). Bu itibarla şiir, toplumun “topyekûn his ve fikir hayatını” (486) inceden inceye araştıran, gözetleyen bir “rasat merkezi”dir (486). Bundan dolayı şiir, bireycilik merkezinde gelişen, bireyle sinirli bir uğraşı olamaz. Biz, şiirdeki “tam ve müstakil bir fert”ten (486) süzülen insanda bütün toplumu okuruz, görürüz. Bunun için, “cemiyetteki tefekkür ve tahassüs hâleti”nin (486) en kıymetli örneği şiirden yansır. Bunun için şiir, toplumu, “tek fert üzerinden” (486) yansıtır.
Necip Fazıl, Poetikanın dokuzuncu bölümünden sonraki beş bölümde, önceki bölümdeki fikirlerini tekrarlamakla yetinmiştir.

Necip Fazıl’ın poetikası, Necip Fazıl’ın şiir karşısında sistemli bir düşünceye sahip olduğunu göstermektedir. Çünkü Necip Fazıl için şiir ne bir “fantezi”, ne de geçici bir “heves”tir. “Temel”li bir uğraştır.

Poetika, Necip Fazıl’ın şiir bahsinde sistemli bir kuruluş teklifidir. Poetikanın merkezini, şiiri hem kuru fikre, hem içi boş güzelliğe teslim etmemek düşüncesi oluşturmaktadır. Necip Fazıl’a göre şiir, kuralı kaidesi olan bir sanattır. Şiir adına ortaya konan her metin, öncelikle şiirin temel kurallarını gözetmek zorundadır. Bu itibarla Necip Fazıl hem kendi şiirini kurmanın, hem de bir metnin neden ve nasıl şiir katına çıkabileceğinin farkındadır. Poetika her şeyden önce bunu göstermektedir. Necip Fazıl’ın şiirini, kronolojisine sâdik kalarak izlediğimizde Necip Fazıl’ın poetikasının, bu şiirin oluşum sürecini ve bir bütün olarak genel karakterini karşıladığını görmekteyiz.
Necip Fazıl’ın şiir görüşü bahsinde, poetikası kadar önemli bir metin de Ağaç dergisinde yazdığı başyazılardır. Necip Fazıl’ın, Ağaç dergisindeki başyazıları poetikasının altyapısı niteliğindedir. Bu yazılar her şeyden önce, Necip Fazıl’ın şiirdeki başarısının arkasında şiir üzerinde düşünmesinin yattığını göstermektedir. Necip Fazıl’ın, şiire başladığında neden bulduğu ortamı tekrarlamak yerine, yeni ve taze bir şiir için emek vermeyi seçtiğini bu yazıları okuduktan sonra daha iyi anlarız. Necip Fazıl bu yazılarda, günün şiirini gözeterek, bu şiire, onu sağlığa kavuşturacak bir istikamet teklifinde bulunmaktadır. Bu teklifin, Türk şiirinin onmaz, her ne hikmetse bir türlü kapanmaz, metafizik açlık olarak adlandırılabilecek derin yarasıyla yakından bir ilişkisi de vardır.
Necip Fazıl, 1939 yılında kendisiyle yapılan bir söyleşide, “Şiirin gayesi bence üstün idraktir. O, mutlak hakikati arar. Şiirde müzik, eda, nakış, isçilik gibi kıymetler, bütün bunlardan evvel bulunması icap eden bir cevhere bağlı olmak, iktiza eder.” (Kocahanoglu, 1983, 476) demektedir. Bu üç cümle poetikasinin veciz bir ifadesidir.

ÜSTAD’IN POETİKASI / Osman ÖZBAHÇE
_______________
KAYNAKÇA
Kısakürek, Necip Fazıl (2002). Çile, Büyük Doğu Yayınları, (46. baskı).
Kısakürek, Necip Fazıl (1932). Ben Ve Ötesi, Semih Lütfü “Suhulet” Kütüphanesi.
Kocahanoglu, Osman Selim (1983). Türk Edebiyatında Necip Fazıl Kısakürek, Ağrı Yayınları.
Okay, M., Orhan (1991). Kültür ve Edebiyatımızdan, Akçağ Yayınları.''

28 Eylül 2017 Perşembe

Rüveyda'ya mektuplar (9)



               hayat kısa,
               kuşlar uçmalı.
               gökyüzünü boşaltın!

Vaktimin ikindi güneşi,

Ben geldim Murat! desen. Utanmaz bir oburlukla, koca bir Afrika kadar aç olan varlığıma, Ben geldim... desen. Kiracı gibi değil, bir yaraya, bir cana, bir yâre, bir kadere ortak olmaya geldim desen… Ev sahibi gibi, kalbimin sahibi olarak gelsen… Neden, niçin geldin, diyen mi olacak?

Sen, Rüveyda,

Gelmeyince, mayalanmıyor kelimeler, şiirler...

Söküğüm dikiş tutmuyor, ekmeğime katık bulunmuyor.

İçtiğim su kandırmıyor.

Hayat beni doyurmuyor. Başka insanlar ruhumu avutmuyor. Sen gülmeyince, aydınlanmıyor karanlıklar...

Sana hasret bu adama, bahar goncası yüzünle, bir lâhza görünsen, koskoca ömrüme bedel şen bir kahkaha atsan, mutluluğun huzur tahtına oturur, âlemi seyrederdim. Bu şükür makamında bir övünç olurdu.

Seni beklemek, sabır taşı olmak demek. Nasıl bir taşsa, ha çatladı ha çatlayacak... Kaç asır yıldır bekliyorum, bu beklemeye can dayanmıyor artık, anla beni…

Dünyada benim ihtiyaç duyduğum kadar sabır var mı Milena? [³]

Varlığın, varlığıma karıştığı zamanlardan beri, hiç susmuyorum; duymuyorsan, bu ayıp bize yeter Rüveyda...

Demek ki duyuramamışım, duysaydın, dünyanın hangi bucağında olsan gelirdin. Hangi kadın böyle sevilmek istemez ki… Hangi kadın bu gönül tahtının sultanı olmak için yollara düşmez ki… Duymak için en uygun iki zaman diliminden biri, gece herkesin uyuduğu, uykuya bile ninniler söyletilen zamanlardır. Diğeri de sabahın erken saatlerinde, kuşların terennüm saatinde, yürüyüşe çıkmaktır. Dünya gece ve sabahın erken saatlerinde daha masum ve daha güzel daha duru; yüzün gibi...

Bu gece yola çıkıyorum, yarın kapını çalıyorum. desen, sevinir miyim, bilmiyorum?

Tılsımı kaçar mı bu divaneliğin, yükü hafifler mi bu çilekeşliğin? Kaçmasın, hafiflemesin!

Oysa bendeniz, bir ömür divanen olarak bu hasretten azat istemem. Bir mahkûm ki hapishanesiyle gurur duyup tahliyeyi, en feci ölüm sayıyor. İllegal, uzakta ama sahici... Başka ne ister ki insan...

Ya yanımdayken beni uzaklardaki gibi sevemezsen! Ya sihir bozulur da beni alelâde seven biri gibi addedersen? İki vakte kalmadan gözüne aşina, gönlüne sıradanlaşırsam... İnsan dünyada yaşadıkça her şeye alışır. Acılara sevinçlere, sevmelere... Ben seni sevmeye alışmak istemiyorum! Sevmeye alışmayalım, alışmak sevgiyi bir denizin kayalıklarında yosunlaşmaya mahkûm eder.

Biliyor musun, Ağrı dağı bile uzaktan baktığımız için heybetli ve güzel... Üzerine tırmanmayı başarabilen, o zirvede yalnızca üşümeye odaklanırsa, Ağrı, bedeninden önce ruhunda ağrılara, sancılara dönüşür...

Bir dağcı, kendisini ziyarete izin verdiği dağın uzaktan hayran kaldığı heybetini, asla unutmadan tırmanmalıdır. Yoksa ne çıktığı zirveden bir şey anlar, ne de düşmek tehlikesinden emindir!

Peygamberler, filozoflar, bir ülkeye lider olacak kişiler; içlerinden çıktıkları topluluklarda, anlaşılıp önemsenmedikleri gibi bilakis küçümsenip, alaya alınmış hatta eziyete, gadre uğramışlardır. Mum, hiçbir zaman dibine ışık vermemiştir Rüveyda...

Ya istemsiz bir hatam seni incitir de benden geri çekerse... Geldiğin zaman, şimdiki sevgimiz, daha da artmayacak, yenilenmeyecekse, çoğalmayacaksa... Bize bu duyguları yaşatan ayrılık sefamız olsun... 

Seni her şartta seven Murat


[3] Franz Kafka

25 Eylül 2017 Pazartesi

Rüveyda'ya mektuplar (8)




                         seninle biz,
aynı bahara açmalıydık.


Sevgili Rüveyda,

Bilmem size de olur mu?  Ben insanların aldanıp hazırlıksız yakalandıkları şu mevsim geçişleri zamanlarına bayılırım. Yaz ile kış arası, gelmekte olan mevsime alıştırma dönemi...

Caddelerde, yazlık giyenlerle, kışlıklar armonisi, zıtların çekimini, kesret içinde vahdeti hatırlatır. Bunun için Her şey zıddı ile kaimdir demişler. Sen benim zıddım değil, varlığımsın, vardığımsın; yokluk da ben oluyorum. Hatta deseler ki: Mektuplarda sen neredesin, kendini gizlemişsin? düşünmeden şöyle diyebilirim utana sıkıla: Öyle sevdim ve onunla öyle hemhâl oldum ki baştan sona Rüveyda olduğum için ortada ben kalmadı. Üstat Necip Fazıl’da geçtiği gibi: Benim elim, benim gözüm… Peki, ben nerede?

Ben yok zaten, ben enedir, egodur, nefistir. Hatta Peygamberimiz (sav) naklederler ki kapı çalındığında kendisini falanca diye tanıtmayıp ben diyen kişiye sitayişle: Ben, ben! şeklinde karşılık vererek bu tarzı onaylamadıklarını izhar ederler.

Öyle bir aşk ki Enel Hak! dedirtecek kadar sarhoş ve şaşkın etmiş. İstiğrakların zirvesinden ölüme kanatlandırmış.  Öyle bir aşk ki Sevgili’nin (sav) mübarek dişlerinin Uhud’da şehit olduğunu duyunca hangi dişler olduğunu bilmediği için bütün düşlerine taşı çalmış… Öyle bir aşk ki Anam, babam sana feda olsun! derken varlık adına ne varsa Ballar balını buldum, kovanım
yağma olsun. diyerek aşka kanat çırpmış…

Öyle bir aşk ki Hz. Cibril’in bile Bu noktadan sonra yalnız yol alacaksın, ben bir adım daha atarsam yanarım! hitabına, Peki ben ne ile geçeceğim? sualine tek kelime ile cevap verdiği Sidre’dir: Aşkla!

Öyle bir aşk ki Yemen ellerinde hasta annesini bırakıp Resul’ün eşiğine kadar gelip göremeden kandan gözyaşlarını ardında serpe serpe geriye dönerken kendisinden sonra saadetli hanesine geldiği anda, kapısının eşiğinde Üveys’in, yani aşkın kokusunu aldığının beyanı ile âleme sarhoşluk serpiştir.

Aşk planlanmaz, hesabı yapılmaz, ölçüsü, sınırları yoktur sevgili… Gökte bulutlar vardır, yağmur da yağar ama kimse yıldırımın ne zaman ve nereye düşeceğini kesin olarak bilip söyleyemez…

Hazırlıksız yakalanış, en çok da bir aşka yaraşır. Aşk tedbirleri bozar. Onun için Züleyha’yı kınayanlar parmaklarını kestiler. Yusuf yüzlü biri gelir ve insanları aşka inandırır. Zindanlar bir aşka medrese olur.

Aşkın kokusu vardır ve ancak aşık olanlara kendisini izhar eder. Bu yüzden Hz. Yakup (as) daha Yusuf’un hırkası kendisine ulaşmazdan Yusuf’um, kokusunu duyuyorum! dedi… Odun bile aşka meyyal, aşinadır da, "..bazı kalpler taş gibi, hatta taştan da katıdır. Taşların öylesi vardır, Allah korkusundan, aşkından dağlardan yuvarlanır." [¹]

O öyle bir kütük idi ki âlemlerin övüncü (sav) artık başka bir şeyin üzerini nurlu kademleriyle şereflendirdiklerinde sesli ağladığını mecliste bulunan herkes işitmiş, şahit olmuştu… Aşk hıçkırmaktır, aşk ağlamaktır, aşk aramaktır, aşk bulduğuna kanamamaktır…

Eylül’ü de kaybetmek üzereyiz sevgili.  Ağaçlarda, vedaya hazırlanan yapraklar, ayrılıkların türküsünü söylerken aklıma yine sen düşüyorsun. Belki de biz zaten hiç kavuşmadık ki ayrılıktan söz edilsin diyebilirsin.

Kavuşmak nedir?  Yıllardır aynı evde, aynı yatakta, aynı hayatı birlikte kulaçlar gözüken nice iki kişilik ayrılıkları, şartlar gereği mecburen sürdürenler mi kavuşanlar?  Kumarbaz isimli kitapta: Sizi hiç umudum olmaksızın seviyorum, bundan sonra bin kez daha fazla seveceğimi de biliyorum. diye geçer ya...

Benim seni sevmek için umutlanmaya da ihtiyacım yok, kavuşmaya da... Aşkın imkânsızlığı, aşkın ömrünü uzun kılar. Zaten aşk ölmez, onu içimizde öldürdüğümüze inanarak, kendimizi kandırıp yeni bir sayfayı çevirmeye çabalarız. Aşk, kelebeğe dönüşen tırtıldır ancak...

İşte bu mevsim geçişleri cümlesindeki geçiş kelimesi ruhumu acıtıyor. Çünkü ben senden geçemem, faraza geçmişsem, selâmı okusun müezzinler.

Benim nefeslendiğim içime çektiğim sensin, adını telaffuz ettikçe kalbimin dili; taze bir hayat gibi dolaşır damarlarımda...  Yüksek dağların, çamlıklarında, çiçek tarlalarının kıyısında derin derin nefeslenmektir varlığın.

Hangi mevsimde, ayda olursam olayım;

Senin iklimindeyim
Senin mevsiminde
Senin renklerinde
Senin ülkende 
Senin gözlerinde
Senin nefesinde
Senin ekseninde…

Öğleden sonra kendimi, biraz çiçeklerin çokça olduğu, Kent Park’a atacağım. Belki salıncakta sallanırken sana rastlayacağım. Adınla sesleneceğim: Rüveyda! Adın: Sevdiğim çiçek adları gibi sevdiğim sokak adları gibi bütün sevdiklerimin adları gibi.[²]

Bugün hüznüm koyu mu ne? Böyle zamanlarda sana yazmamalıyım. Benim yüzümden hiçbir can üzülüp, elem duymamalı, hele sen, asla...

Böyle zamanlarımda insanlardan daha fazla kaçarım.  Senden kaçmak mümkün olmuyor, yazıyorum işte yine..

Aynı melodiyi kaçıncıya dinliyorum:
If you wait for me then I’ll come for you
Beni beklersen eğer senin için geleceğim...

Hiç değilse rüyalarıma gel Rüveyda…

Rüyalarındaki Rüveyda’sının Murat’ı...


[¹] Bakara suresi: 74
[²] Melih Cevdet Anday



bazı insanlar




24 Eylül 2017 Pazar

boynun ki...


bir kadının ülkesinde,
ruhtan sonra,
sevilesi ne çok şehir vardır.
boynun gibi,
boynun ki, 
arsızlığıma sığınak,
tenin yangınlar yeri,
sımsıcak..!
orada kalsam,
zamana mekâna aldırmasam...
kokuna sarmalasan,
saklasan beni ülkende.
en dişi renklerinle örtsen ruhumu...
emsem seni, bebeklerden daha aç!
müşfik bir anneden fazlasın bana...
boynun ki,
doyumsuzluğumun zirve noktası,
oradan inerim omuzlarına,
kavisler çizer dururum şehirlerinde.
sönmemiş nefeslerimle...
daha fazla dayanamam,
yol alırım dudaklarına...

________________

[Cep telefonundan gelen dostlar, arşiv için web sürümüne geçmelisiniz.]


23 Eylül 2017 Cumartesi

Sizden gelenler (23.09.17)

Hayalini sevdiği narin sevgiliye özlem mektupları  Rüveyda 7 .)
Herkesin ona yazmaktan çok yaşamak  istediği  kelimelerle değil bir bakışla anlaşmak  ona dair anlatmak istediklerinin dile gelmesi... 
Duygular ve yüreğinden  gelen esintilerin kalem eşliğinde kağıda sır vermesi. Gayet güzel gidiyor  azizim her defasında final kelimesi de ayrıca güzel bir detay ...

***

Bir tutam delilik, bir tutam velilik, bir tutam hissiyat, bir tutam tecrübe, bir tutam neşve ve avuç avuç şeytan tüyü...
Hülasa-i Murat

*** 

Seninle ruhum okşanıyor.
Rüzgar var burda; aklına eseni bırakıyor, aklına uymayanı uçurup götürüyor...
Deli hoyrat ve sıcak bir rüzgar
Nereden geldiği nereye gittiği belli değil. Sadece esip duruyor.
Tıpkı aklım  gibi....

***

Rüveyda hayalimizde arzu ettiğimiz özellikleri taşıyan soyut hayali karakterin duygu hissiyat eşliğinde somuta çevrilmesi. 
Herkesin yaşadığı veya yaşamayı arzu ettiği bir Rüveyda'sı veya  Murat'ı olmalı ;) 
Rüveyda mektuplarının sonuna bi latife de benden olsun
Sizin Rüveyda ;) 

***

Sen benim adamımsın bunu hiç bir gerçekle takas etmem. Rüya ise bile gördüğüm en güzel rüya sayar seni öyle yaşarım. Aklımı kalıplara sığdımadan seninle aklımın hayalimin gidemeyeceği ötelere giderim. Sonundan korkmadığım tek yol sana yaklastığım yoldur.

***

İç seslerim çığlık çığlığa
dudağının kenarında beliren tebessüme sığındım
tut elimden...
al beni senin rengarenk coğrafyana...
sakla beni satırlarına...

***

Kelamın, kalemim, derdim meramim, bana senden öte dert senden öte şifa yoktur. Sen nasıl bir ruyasin ki uykuda olmak la ayık olmak fark etmiyor. Leylayim ben mecnun olmaya hevesliysen,bicareyim ben çarem olmaya hazirsan....
Boş masallara avuntuyum, soğuk rüzgarlara kuruntuyum,
Sirinim ben ferhat olmaya geldiysen, yolum, solum, gel sen ol.
Bir kez bana gel, 
Sen neyim olmak istersen...

***

Seni yazmak,aşka dalmak
kanat çırpan yüreğimi ellerine bırakmaktır
sıcacık yanlarımla artarak,çoğalarak seviyorum seni...

***

Varlığına eşdeğer olan ömrüm, sensiz  kuru bir  nan olur bilesin...

***
Aşk kokuyorsun...
Yitik çocukluğumdan kalan yegâne düşüm...
Bana hiç tatmadığım elma şekeri kokuyorsun...
Memleketime deniz meltemi gibi estin.
Söyler misin? 
Esip geçtiğin yerde çiçekler mi acar?

***
Zamanlı zamansız düş zihnime,
Çünkü en çok yüzün yakışıyor gözlerine…



Sizden gelenler, ''Rüveyda'ya mektuplar'' konusunda, bendenizi teşvik edeceğine; kelimelerinizin gücü karşısında acizliğimi, biçareliğimi, zayıflığımı, fakirliğimi hatırlatsa da; ''kalem eşliğinde kağıda sır vermeye'' ruhumun saçmalıklarını burada saklamaya devam etmek istiyorum. Sesli şiire gelince...içimdeki istemeden yapamıyorum...


22 Eylül 2017 Cuma

Rüveyda'ya mektuplar (7)





      nasıl olsun, şiirden mısraya, mısradan dizeye derken 
azalıyoruz işte…

Canım Rüveydam,

Nasıl güzel tebessümlerle okudum mektubunu. Hava kapalı, renkler içimin grisine benziyordu bu sabah. Ama senden gelen mektubu, kapımda görünce, zarfı nasıl açacağımı şaşırdım. Heyecandan zarfla birlikte o, gönlümün kadifelere sarılı çekmecesinde saklayacağım mektubuna, az daha zarar verecek, incitecektim. Öyle güzel kokulara sarmalanmış ki zerre halel gelse, günlerce kederler beni kemirir, affedemezdim kendimi.

Bu satırları okurken muzip, muzır gülüşlerini görür gibiyim. Hiç de masum değilsin böyle zamanlarda, hatta kışkırtmayı seven, o dişi Rüveyda arzıendam ediyor. Ne de çok yakışıyor, en çok da sana yakışıyor. Sen, kadınlık âleminin yegâne temsilcisi olarak, istesen yeryüzü fesata dûçar olurdu.

Yeryüzünü boş ver, ne kadar fitnen varsa sal ruhuma, sana parsellenmiş yurduma... Pusatsız, şartsız, kayıtsız, kaygısız hazırım teslim olmaya… Sevmem lazım; bana sevmek, sana sevilmek… Başka yolu yok; gereği de, anlamı da… 

Sana hislerimi bütün coşkunluğu ile anlatmaktan korkuyordum.

Ya beni küçümserse diyordum, ya zayıf bulursa, ya sevmezse?

Ama sevginin maskeye ihtiyacı yoktu...[¹]

Sonra bir şey oldu, seni tanıdı kalbim. Korkular, kaygılarla üzerime üzerime gelirken; adını söylemekten çekindiğim o tılsım, galip geldi korkularıma. Bu defa hisler başımı döndürdü odamın duvarlarında zikzaklar çizerek. Sanırım ben hiçbir zaman sana olan sevgimi, hasretimi yeterince ve özgürce anlatamayacağım. Hep eksik, hep yarım olacak mektuplarım; kırık kalemin sahibi gibi… İçimde taşkın, coşkun bir deniz, yaramazlık yapan haylaz bir çocuk, sana deli âşık bir kalp ve bunları ifade edememekten mustarip bir dudak büküş… Şu an yanımda olmanı, sana sarılmayı ne çok diledim ve sen hep konuşsan, ben dinlesem istedim... Adını terennüm ettiğim kadın yanımda olsa, dilim lâl, ona bakıp onu dinlesem…

Sessiz bir grinin tonunda, işte, yokluğunda sitemli bir akşam oldu bile. Yine kapıma dayandı hüzünler… Bunca yıl kendimi bekledim Rüveydam, seveyim diye… Sonra seni beklediğimi anladım, sen geleceksin, ruhumun ufuklarından doğacaksın ki ben seveceğim…

Sen gönlümün kuyusuna bir Rüveyda oldun düştün. Ben seni çıkarmamak için Yusuf misali o kuyuya indim... Seninle zindanlar saraydır, sensiz saraylar zindan… Buldum seni, bırakmam!

Sen sürekli güzelleşiyorsun Rüveyda, sürekli. Zaman burada beni yokluğa mahkûm edip, yıpratırken sen, nasıl her geçen gün güzelliğin zirvesinden, sultanlara has duruşunla, bendenize istihzalı, edalı ve cilveli bakışlar atabiliyorsun. Hiç mi acımıyor, merhamet etmiyorsun seninle dopdolu şu zavallı kalbime?

Bir şarkı çalıyorum. Şeytana uyalım diyor. Ama adamın sesi, bendenizin sesi, ruhu gibi hüzün pınarı Rüveyda. 

Sessizlik sensin geceleri, fincana kahve koydum gel. 
Bugün şeytana uydum gel [²] diyor.

Yoksa bu gidişimiz o yöne mi?

Ay doğdu dağın üstünden diye devam ediyor şarkı... Ay doğdu dudağının üstünden anlıyorum nedense. Ah o öpülmeden önce uzun uzun koklanası dudakların. Kıyısına demirlesem o dudaklarının, bir ömür boyu, gölgelensem, ölüm bana gelir mi ki?

Rüveyda!

Sen, güftesi kalbimde saklı, bestesi yazılamamış bir şarkısın. Öpüyorum gül yaprağı dudaklarından, desem, hadsizlik etmiş olur muyum? Bilmeden öpüyorum işte... 

Dudaklarının kıyısında bir Murat


[¹] Cemil Meriç
[²] Ezginin Günlüğü











kelepir 31












21 Eylül 2017 Perşembe

Rüveyda adına mektuplar almaya başladım..!

''Rüveyda serisi devam edecek mi ? Bir yazar birilerinin üzerine gelmesi ile, dip nottan : '..kimseden Rüveyda adına mektup falan gelmiyor. Bu konuda kuşkulu mailler devam ederse bu seriyi bırakacağım !' diyerek pes etmez bildiğini okur.''

Sonunda Rüveyda adına mektuplar almaya başladığımı ilan ediyorum. Fena da olmadı. Zira Murat,.Rüveyda'sının siluetini,ruh tuvaline zaten çiz(e)miyor,çizmiyordu. Soyut (müşahhas) birine atfen mektup yazmanın,güçlüğü izahtan vareste. ( Rüveyda bana, aşk dışında, kadim Türkçe kelimeleri de hatırlatmaya başladı. Kadim,eski Türkçe,Osmanlıca...demişken, meşhur şair bir kadın tanımıştım bir zamanlar, telefonla konuşmak kısmet olmuştu,bir kaç kez. Takip ediyorsa, kendisine buradan selamlar,sevgiler.
İnanın kendimi devr-i Osmanlı'da, başımda fes ile bu zengin Türkçesi ile,pek de kibar konuşan bu derin hanımefendiyle, ''Kâtibimin setresi uzun'' zamanlarda sandalda kürek çektiğimi sanmıştım.
''Eskimeyen '' ama kasıtlı eskitilen,uydurukçaya kurban edilerek, başka bir ruha maya için kullanıma sürülen günümüz Türkçesinin basitliğini bir kez daha yaşamıştım.
Oysa kullanılan lisan, ruh dünyamıza ya letafet,zenginlik,nezafet katar, ya da aksini...Konu (bahis) uzun.

Rüveyda adına gelen ve gelecek mektupları da burada saklayacak,onlardan da ilham alarak,mümkün olduğu kadar, ( ruh iklimim ile alakalı olarak) seriye devam edeceğim inşallah. Yazan, okuyan herkese bir kez daha teşekkürlerimi sunuyorum.

Gelen mektuplara geliş sırasına göre, aşağıda yer verdim. Hele Kürtçe kelimeler ile bir başka lezzetli olmuş. Ve en sonda iki okurun Rüveyda konusunda, farklı ilginç tartışması...

Bugün hicri 1 Muharrem 1439, yani biz Müslümanların yeni yılı; mübarek olsun,hayırlara vesile olsun,kutlu olsun efendim.



''Ah benim heybetli dağım! 
Ben sana vurgun bir kevok, sen bana küskün bir baz... nasıl diner bu hasret, kalbim ellerine sığmaz...
Zirvende uctuğum yeter, ya beni parçala akıt kanımı, yada bu evsiz kevoku bağrına bas...

Kevok (güvercin)
Baz ( şahin) demek. ''

***

''Beni çok sevmelisin....
Ne kadar da uzaktım sevimli çocuk parklarından, içimde on çocuğu barındıracak kadar çocuktum oysa. Bir liseli edasıyla sevebilir mağrur bir aşık gibi terk edebilirdim ürkek sevgiliyi....
Görkemli aşklara inat hoyrat yaşadım aşksız, belki bundandır bu mecburiyetin, beni sevmek sana ağır gelmemeli oysaki...
Gözlerimde hiç bir şey taşımam; ne kin ne öfke nede sevgi... Düz bakarım hayata katıksız görürüm her şeyi, seni de bundan ötürü sevmedim mi? 
Beni çok sev ki bedenim yaşadığını bilmeli... Sev istiyorum ışte beni, sev, ne olacak ki? ''

***

''Gecenin kasvetli karanlığını yırtarak sevdana büründum.
Usul usul dokundum bebek gözlerine. 
Diplerden daha dipe, derinlerden en derine çektim yalnızlığımı...
Şimdilerde meşakkat edindim seni sevmeyi, senden yana sevilmeyi, seni çocuk gibi sevindirmeyi... 
Ah iki gözüm suretin sol yanıma denk geldi.
Sensin yaralarıma ilaç, dokunuşun saçlarıma  bahardır bilesin....
Bırak da nefesin bütün bedenimin coğrafyasında gezsin. 
Ilık bir meltem gibi. 
Denizden mi dağdan mi gelir serinliğin....
Tutamadın ellerimi, tutaydın el alem sana yandığımı nereden bilsin...
Ah iki gözüm, şimdilerde sen be de dert aynı dert de melhem gibisin
Çok gelmesin çocuk ruhuma bayramın. 
En coşkulu çocuk kahkahalar karıştı kadınsı yaralarıma...
Bana sen yara bandı  değil de yeni bir beden gibisin...''

***
"Ruveyda'yı yazanın ruhunu muhabbetini hissiyatını idrak ederse ne âla...
Yoksa  kendi kendini imha edecektir sırça köşkten ..!'' (Bu bir okurumdan gelmişti,yayınlamıştım. Aşağıda gelen bir başka kıymetli okurumdan.)

- Adına şiirler yazılan pervâneye döndüklerimiz bunun ne kadarını bilir, bildiklerinin ne kadarını hisseder, misal bir kadın bir adamın imkansızlığını bile bile tutuldu, bunu adam belki bilmiyor bile, esasında bilmek karşılık bir duygu ve en önemlisi hak etmek, hissettiklerimizi hak ediyor terazisi ile ölçtüğümüz vakit kaburgamızda sakladığımız hisler yok olmaz mı?

Kendini imha etmek ağır bir vebaldir Rüveyda'na.''