avuçlarının içi şiir kokuyor senin, izin ver koklamaya gelsin dudaklarım...
Sevgili Rüveyda,
Adınız ile nefes aldığımı; kalbimi hissediyorum artık.
Bu öyle tarifsiz bir güzellik ki hani çocukken salıncakta sizi hızlıca sallar biri, içiniz hop oturur kalkar… Belki de lunaparktaki bazı oyuncakların içindeki heyecan mı desem… Nasıl anlatılır bilmiyorum ama ben yaşıyorum.
Bazen soluk alıp verişlerimle baş edemediğim, onları kontrol edemediğim anlarda, kendimi sokaklara atıyorum. Hızlı hızlı yürüyorum, -nereye gittiğimi bilmeden- nefeslerim eski ritmine dönesiye dek… Şehrin biraz daha az insan olan bucaklarına yürüyorum. Size gelir gibi, ürkek ama kararlı...
Bahar goncalarının, gökkuşağının renkleri arasında sanıyorum kendimi, oysa mevsim sonbahar; mevsimi ömrümün, son/bahar... Kapatıyoruz! Son 3 gün! diyen ilan gibi… Üç günlük ömrüme düşen bir cemre olsanız ne güzel olurdu.
Rüveyda… Aşk, bizimle unutulmuşluktan berat eder, ahir zamanda kadrinin bilinmesinin coşkusu ile bayram ilan ederdi…
Gelmedin, gelseydin; kapımı sürekli aralık bulacaktın! İçeride hüzünlü bir bayram akşamı gibi bayram sabahı için tetikte bekleyen mecnun bir adam karşılayacaktı seni…
"Ömrün ikindi vakti
Hüzün mevsimi..." [¹] diyen şair geliyor aklıma…
Bakmaktan kaçındığım aynaları tasdik edercesine, eylül bakışlarım karşılıyor beni pencerenin camında… O aralık kapıdan girseydin içeri Rüveyda, belki bana:
Ey eylül bakışlı yâr!
Bilseydim, bunca yıl bekletmezdim seni.
Bilseydim böylesine güzel seveceğini derdin…
Avuçlarında can vermeye can atan pervane gibi o an sevinçten ölebilirdim. Oysa ölmemeliyim, ölgün kalbim o şefkat yuvası, gül kokusu avuçlarda dirilip hayat bulmalı… Ürkek kuşlar gibi ruhum havalanmasın sevincinden diye, sarar, sarmalardın varlığımı… O an, hasretin yoğurduğu acılara dudaklarından kelime kelime cennet şerbeti dökülür… İçerim tüm kelimelerini harf harf… Merhem olur sancılarıma, sensiz geçen yıllarıma… Sisleri dağılır gamımın, gri anılarda kalan bir renk olur…
Ah Rüveyda!
İsmin nasıl da ege kıyılarındaki o, tek katlı evlerin bahçelerindeki yaseminler gibi kokup ruhumun en ücrasına kadar yayılıyor. Nasıl da sarhoş edici, nasıl da baş döndürücüsün...
Karşılaşsak, bana güzel bakardın değil mi Rüveyda? Sevgi dolu, sımsıcak, sadık, yalansız, riyasız, sahici...
Sanki hayat enerjini gözlerimden, nefesimden alıyormuş gibi...
Sanki muhtaç gibi...
Sanki aç gibi, sanki susuzluktan yanmış gibi...
Biliyor musunuz, hâlen ruhumdaki tuvalde sizi resmedemedim.
Kara kalem gözlerimde, ama bir türlü çizemiyorum.
Gördüklerime benzemiyorsunuz, kolay mı sizi resmetmek… Gördüğüm şimdilik yalnızca ruhunuz. Zaten asıl görüş bu değil mi? Sesinizi duysam, sizi görmüş olurdum, çünkü ruh sestedir, gözlerdedir... Ses rengi güzel olanın ruhu da güzeldir, ruhu güzel olanın her şeyi...
Evet, karşılaşsak nasıl olurdu acaba? Düşünürken kollarımdaki titreşime takılı kaldım bir an... Tüylerim diken diken oldu deriz ya benim ruhum öyle oldu. Kollarımdaki, dallarımdaki yalnızca yaprakların titremesi, üşümesi... Rüzgârın yapraklara, piyanistin tuşlara sıradan dokunuşu gibi.
Sen Kalbim,
Eminim bana çok güzel bakardın. Ömrüme ömür katardın.
Şehla olur, şelaleler gibi akardı bakışların, ruhumun yatağında...
Sokağa çıkıp insanların pek olmadığı yerlerde yürürken sesli, avaz avaz şarkılar arasında sakladığım adınızı söyleyesim var.
Rüveyda, Rüveyda!
Bir/iki kişi görse de ya deli der, ya çılgın, belki âşık diyen sezgisi yüksek birileri de çıkar... Bana hepsi yakışır. Aşk, hepsi değil mi? Bu gidişle, her durağa uğrayacağım nasılsa...
Sensizim, asabiyim, yıkığım, yılgınım, eksiğim, yarımım, rengim yok, solgunum, sesim yorgun… Sensizim ve zaman hızla heba oluyor… Sensizim ya bak soldu içimdeki gökkuşağı… Tüm griler benim, tüm sarılar benim… Sen-s-izim derken bile hep seninle bir sen-s-izim ben…izm olmuş sen/sizliğim, sensizim derken bile hep seni söylüyor. Aslında ne kadar çok senli/sen olduğumu haykırıyorum… Sensizim çok sensiz...
Esiriniz Murat
[¹] Hamdi Oruç