
nasıl olsun, şiirden mısraya, mısradan dizeye derken
azalıyoruz işte…
Canım Rüveydam,
Nasıl güzel tebessümlerle okudum mektubunu. Hava kapalı, renkler içimin grisine benziyordu bu sabah. Ama senden gelen mektubu, kapımda görünce, zarfı nasıl açacağımı şaşırdım. Heyecandan zarfla birlikte o, gönlümün kadifelere sarılı çekmecesinde saklayacağım mektubuna, az daha zarar verecek, incitecektim. Öyle güzel kokulara sarmalanmış ki zerre halel gelse, günlerce kederler beni kemirir, affedemezdim kendimi.
Bu satırları okurken muzip, muzır gülüşlerini görür gibiyim. Hiç de masum değilsin böyle zamanlarda, hatta kışkırtmayı seven, o dişi Rüveyda arzıendam ediyor. Ne de çok yakışıyor, en çok da sana yakışıyor. Sen, kadınlık âleminin yegâne temsilcisi olarak, istesen yeryüzü fesata dûçar olurdu.
Yeryüzünü boş ver, ne kadar fitnen varsa sal ruhuma, sana parsellenmiş yurduma... Pusatsız, şartsız, kayıtsız, kaygısız hazırım teslim olmaya… Sevmem lazım; bana sevmek, sana sevilmek… Başka yolu yok; gereği de, anlamı da…
Sana hislerimi bütün coşkunluğu ile anlatmaktan korkuyordum.
Ya beni küçümserse diyordum, ya zayıf bulursa, ya sevmezse?
Ama sevginin maskeye ihtiyacı yoktu...[¹]
Sonra bir şey oldu, seni tanıdı kalbim. Korkular, kaygılarla üzerime üzerime gelirken; adını söylemekten çekindiğim o tılsım, galip geldi korkularıma. Bu defa hisler başımı döndürdü odamın duvarlarında zikzaklar çizerek. Sanırım ben hiçbir zaman sana olan sevgimi, hasretimi yeterince ve özgürce anlatamayacağım. Hep eksik, hep yarım olacak mektuplarım; kırık kalemin sahibi gibi… İçimde taşkın, coşkun bir deniz, yaramazlık yapan haylaz bir çocuk, sana deli âşık bir kalp ve bunları ifade edememekten mustarip bir dudak büküş… Şu an yanımda olmanı, sana sarılmayı ne çok diledim ve sen hep konuşsan, ben dinlesem istedim... Adını terennüm ettiğim kadın yanımda olsa, dilim lâl, ona bakıp onu dinlesem…
Sessiz bir grinin tonunda, işte, yokluğunda sitemli bir akşam oldu bile. Yine kapıma dayandı hüzünler… Bunca yıl kendimi bekledim Rüveydam, seveyim diye… Sonra seni beklediğimi anladım, sen geleceksin, ruhumun ufuklarından doğacaksın ki ben seveceğim…
Sen gönlümün kuyusuna bir Rüveyda oldun düştün. Ben seni çıkarmamak için Yusuf misali o kuyuya indim... Seninle zindanlar saraydır, sensiz saraylar zindan… Buldum seni, bırakmam!
Sen sürekli güzelleşiyorsun Rüveyda, sürekli. Zaman burada beni yokluğa mahkûm edip, yıpratırken sen, nasıl her geçen gün güzelliğin zirvesinden, sultanlara has duruşunla, bendenize istihzalı, edalı ve cilveli bakışlar atabiliyorsun. Hiç mi acımıyor, merhamet etmiyorsun seninle dopdolu şu zavallı kalbime?
Bir şarkı çalıyorum. Şeytana uyalım diyor. Ama adamın sesi, bendenizin sesi, ruhu gibi hüzün pınarı Rüveyda.
Sessizlik sensin geceleri, fincana kahve koydum gel.
Bugün şeytana uydum gel [²] diyor.
Yoksa bu gidişimiz o yöne mi?
Ay doğdu dağın üstünden diye devam ediyor şarkı... Ay doğdu dudağının üstünden anlıyorum nedense. Ah o öpülmeden önce uzun uzun koklanası dudakların. Kıyısına demirlesem o dudaklarının, bir ömür boyu, gölgelensem, ölüm bana gelir mi ki?
Rüveyda!
Sen, güftesi kalbimde saklı, bestesi yazılamamış bir şarkısın. Öpüyorum gül yaprağı dudaklarından, desem, hadsizlik etmiş olur muyum? Bilmeden öpüyorum işte...
Dudaklarının kıyısında bir Murat
[¹] Cemil Meriç
[²] Ezginin Günlüğü