19 Eylül 2017 Salı

Rüveyda'ya mektuplar (6)



       sen bıkmadan usanmadan, hep içimde,
yüksek sesle söylediğim enfes bir şarkısın…

Eylül’ü de yarıladık. Her yürüyüşe çıktığımda ağaçları, dallardaki sarının tonlarını, hüzünlü bir hayranlıkla temaşa ediyorum. Veda mevsiminin giriş kapısı sonbahar. Şen şakrak bir yaza daha el sallıyoruz. Bu mevsimde Kent Park öylesine güzel ki eski kalabalıklarından sıyrılmış, okullar açılmış ve park sanki bana kalmış. İçinde bir ben varım bir de sen bir banka oturmuş sohbet ediyoruz. Dere, yakında yağmur ve kar sularıyla yeniden canlanır, şimdilerde cılız bir serçe gibi… Sevgili Rüveyda,

Bugünüm de avare bir serkeşlikle geçti. Annem de olmasa, hepten bir köşede donar kalır, ruhumda saklı Rüveyda’yı resmetmeye adapte olurdum. İyi ki annem var da gerçekliği olan bir kadın’a dokunup, işlerini görerek, hiç değilse ömrümde bir kadını mutlu edebiliyor, duasını alıyor ve bir işe yarıyorum, sanırım!

"bir bir kurşunladım
içimde konaklayan tüm kadınları
analığımdan gayr kiminin 
yüzü kum fırtınasıydı 
kimininki med-cezir telaşı..."[¹]

Bir kadını... Bunu derken içimin derinlerinde bir yer fena sızladı.  Oysa –annemden başka- ikinci bir kadını daha mutlu etmeye nasıl da azimli, arzuluydum...

Azim, arzu… Basit, yavan kaldı bu kelimeler. Seni isteyişim iştiyaktan öte, tek kelime ile bir sevda… Ben hiçbir kadını şairin dediği gibi kurşunlamadım, bilakis onlar sanki ben hedef tahtasıymışım gibi gelen sıktı, giden sıktı. Bakmadılar bile nerelerimden nasıl kanattılar beni!

Bu “eylül bakışlı adam” ki bu tanımı kendim kendime yakıştırdım, sanki senin dilinden gibi ve sevdim. Bu adamın bin bir türlü kötü huyu olabilir. Ama bu adamın iyi ve temiz bir niyetle, merhameti, şefkati kuşanmış ruhu ile seveceğinden kim şüphe ederse, o adamı çok ağır yaralamış olur.

Bu eylül bakışlı adam gözlerinin altına yuva yapmış hüzünlerle, can taşıyan herkese karşı şefkatli, merhametli, sevgi doluyken; ömrünce beklediği kadını acaba nasıl severdi? Belki bu sevginin ilmek ilmek, kelime kelime, hece hece izdüşümleri; izleri, remizleri bu mektuplar… Aczime bakmadan…

Ben bir Rüveyda’ya ömrümü adamaya, ülkemi parsel parsel sunmaya hazırdım. O Rüveyda, ülkemde gezinecekti. Çıplak ayakları ile bozkırlarımda, yaylalarımda, ovalarımda, dağlarımda dolaşacaktı. Ait olmanın lezzetini, zerre pişman olmadan yaşayacaktık.

Ne sen geldin, ne de senden bir mektup…

Melankolik bir hayalde senli şarkıları söylerken belki de âlem bana deli yine sokakta diye bakıyordu… Hiç mi hiç aldırmıyordum, ne koyulan teşhise, ne de o anlamaz bakışlara…

Sevdiği için dağları delmekte tereddüt edip ardına bakan bir âşık, uçurumlara yuvarlanmaya mahkûmdur.

Oysa ben senin saçlarının parmaklıkları ardında koca bir ömrü müebbet bir mahpuslukla sonlandırmayı şu hakir canıma payelerin en büyüğü bilmişim.

Gelmedin, gelseydin, kelebekler etrafında dönecek Rüveyda’ma şarkılarında eşlik edeceklerdi. Ben, usta bir ressam gibi onu çizecek, çizecek, yine de doymayacaktım. Çünkü sen, Sevgili Rüveyda,

Doyulamayacak kadar çok olacaktın.

Evet, doyumsuzum, size ve bunu ilan ve itiraf ediyorum! Arsızlık da yakıştı sonunda bana...

Bayram sevincine benzeyen sabahlarım var benim. Sanki gözümü açtığımda senin gözlerin karşılayacak beni. Nefesin okşayacak önce yüzümü.  

Sabah gördüğüm kadın, akşam geldiğimde bamb”aşk”a kadın olacaktı.

Beni sürekli şaşırtacaktın. Şaşırtmak ne kelime, sarhoş edecektin ve hiçbir zaman ayılmak istemeyeceğim bu sarhoşluk, gözlerindeki o derin, şefkatli, sevgi dolu bakışlar altında sonsuza dek sürecekti.

İnsan, sevdiğini özler. Sevmenin gölgesidir özlemek. Özlemek için, uzakta olman da gerekmez.

Uzakta olanı zaten herkes özler, yakında olanı, canı gibi aziz bilenler özler. Senin uzaklarda olman, nasıl ki sevmeme mani değil, bilakis içimdeki ateşi körükleyen bir nefes ise, yakınımda da olsan, bu özlemlerimin dinmesi gayri kabil olurdu.

Ah Sevdiğim!

Bize zaman değil, mesafeler engel.

Şartlara yenilmiş aşklar da varmış meğer öğrendim.

Mesafeleri aşsak da saklandığımız, soluklandığımız kapının ardında, nöbette beklemiyor mu ayrılık?

Çark caddesinden, Kent Park’a kadar yürüyüşüm, senin ayak izlerinin peşinde, bir hasret türküsünün umutsuzca mırıldanışından başka bir şey değil… El ele bir bankta oturan sevgililerden bazılarına sorasım var:

Hey siz! Sevmek nedir? Birbirinizi ne kadar seviyorsunuz?

Neleri verecek, armağan edecek kadar. Feda edecek kadar demiyorum, o bir mihnet üzerine de yapılabilir. Seven feda etmez, karşılıksız verir, verilecek ne ise, can da dâhil.

Hey sen delikanlı, bu kızı çok sevdiğini mi söylüyorsun? Şurada taşıdığın kalple mi? Peki o kalbin bir gün onun bedenine lazım olursa, bir an dahi tereddüt etmeden armağan edebilir misin?

Ve sen yakışıklı, bu güzel kızın elini tutmadan, onun tenine dokunmadan, öpmeden, sarılmadan da onu sevebilir misin? O bunlara izin vermese, yine aynı sıcaklıkta/canlılıkla onu sevmeye devam edebilir misin? 

"Yanımda yürüyordun Milena, düşünsene yanımda yürümüştün!"[²]

Biz birlikte yürüyemeden, gözbebeklerimiz gözlerimizi öpemeden, bir yerde bir şeyler içip sohbet edemeden, o kapının ardına saklanamadan, hep böyle biçare, hep böyle içimizde yankılanacak hasretlerimiz.

Hasretlere saldığınız Murat

¹ Arzu Eşbah
² F.Kafka.