7 Eylül 2017 Perşembe

Rüveyda'ya mektuplar (1 ve 2)

Rüveyda’ya Mektuplar (1)

tatsız dünyanın tadını,
bir fincan az şiirli kahvede arayanlardan, kimseye zarar gelmez...


Şehrime yine, yeni, fiyakalı bir sonbahar düştü. Yapraklarda sarının o enfes hüzünlü tonları, bir şarkının dizili notaları gibi koro hâlinde, hep birlikte bir vedanın türküsünü çığırmaya başladılar.

İnsanlar geçim meselesine yoğunlaştıkları için ne duyuyor ne görüyorlar. Şehir telaşlı, şehir yorgun! Şehir hassasiyetlerini kaybetmiş, şehir bezgin, şehir aşka susamış… Şehir ezbere yaşıyor!

Her şey bilindik… Her gün önünden geçtiğimiz sokakların evlerini, caddelerin dükkânlarını, şehrin insanlarını ezberlediğimiz, kanıksadığımız için görmüyoruz… Uzun zamandır birbirimizin gözbebeklerinin içini göremediğimiz, kalbimizin sesini duymadığımız gibi… Oysa yapraklar düşüyor, birer birer, yapraklar dallarından kopuyor!

- Neden gözün kapalı yürüyorsun?

- Bütün yolları ezberledim.

- Ama düşebilirsin.

- Bütün düşüşleri de ezberledim.[1]

Gözüm kapalı bu yalan dünyaya, ne yazık ki dervişliğimden değil. Gözüm kapalı bu fani dünyaya, aradığımı bulamamaktan küsmüşüm. Az önce kitapçıdan bir kitap alıp eve gelirken bir mağazanın camına asılmış ilana gözüm ilişti :

Kapatıyoruz! Son 3 gün!

Mevsim sarı, ben sarı, ilan sapsarı bir veda rengiyle arzı endam eyliyor…

Kapatıyoruz! Son 3 gün!

Kullanılmamış kalan kaç günüm var bilmeden başladım mektubuma… Sana nasıl hitap edeceğimi bilemeden, -farkındasın- top çeviriyorum!

Sevdiğim iki mevsim; sonbahar ve ilkbahar. Mizacım hazana daha yatkın. İlkbaharla çağlayacak mevsimi geçeli bir hayli oldu. Hele gözlerimin önünde 75. ömür basağını inerken türlü hastalıklarına şahitlik edip bazen çaresiz kaldığım annemi gördükçe kışın her insan için çetin geçeceğini daha çok düşünür oluyorum. Hani bizim zamanımızda okutulan, yaz aylarını saz çalarak tüketen ağustos böceği ile kışa hazırlanan karınca hikâyesi gibi…

Kapatıyoruz! İyi ki ölüm zamanımız belli değil. Yoksa geri sayım yapmaktan anı yaşayamazdık. Bu kapatıyoruz bir hesabı/borcu kapatmak gibi de değil… Bir iflasın tatsız finali. Mağaza ile birlikte o ilk umutlar, emekler de kapanacak. Beklentiler de hayaller de iflas etmiş olacak. Oradan nasiplenenler, ekmek yiyenler… Bu ilan, içimde olan kederimi besledi… Elimden gelse kapatmamaları için varımı yoğumu seferber ederdim. Sanki bir aşk, bir hayat defteri kapatılıyor.

Son 3 gün! Sona açılan kapının adı işte sonbahar, ardı soğuk bir kış… Ayrılık!

Şehrin kalabalığında hükümsüz bir zerre gibi kaybolarak eve geldim. Size/sana mektup yazmaya karar verdim. Yazacağım da nasıl hitap edeceğim, nasıl başlayacağım. Madem Kafka’ya öykünerek bunu yapmayı planladım, onun gibi başlasam iyi olacak.


Sevgili Rüveyda,

Sana nasıl, nereden başlanır hiç bilmiyorum... Belki de hiç bilemeyeceğim...

Ruhum hasret ve acziyet girdaplarında derbeder… Yine de hadsizce cesaretimi topluyor ve yıllardır içinde yazıp biriktirilmiş mektuplarla varlığınızın kapısını aralıyorum, girmek ne haddime…

Sana nasıl, nereden başlanır hiç bilmiyorum...

Zaten sen somut olarak hiç olmadın ki belki de olmayacaksın... Leyleğin ömrü, bülbülün şarkısı gibi bir ömür yoluna çiçekler döşerken adını sayıklayacak, bu, içi ateşinde kavrulan adam...

Sahi sana nereden başlanır, o asil ruhundaki yüce dağlar bir yana; sana nasıl başlanır ki... Bakmaya doyulamayacak kadar güzel yüzünde her bir zerren, bir destan, bir romanken… Her ne yazarsam yazayım, varlığında eriyen bir zerre olacakken… Seni kaleme almak gibi büyük bir işe soyundum ya; eksiğimle, kırık kelamımla da olsa yazılan sensin ya, canıma şifa…

Saçlarından mı, yoksa bakışlarına saçaklık eden kaşlarından mı? –kaşların çatıldığında nasıldır acaba!- Ya bana bakınca o gözler, nasıl da derin anlam yüklü bir yokluğun alaborası… Sana başlamak öylesine zor ki Rüveyda... Adını kutsal kitabımızda Ruveyde diye görünce baktım, biraz demekmiş...

Yavaş yavaş, biraz, hoş, ince, nazik isminin anlamları... Biraz...

Kısacık ömrüme, ruhuma biraz dokunan, ama bedenimi garip, mahzun, mahfuz, masum, yalnız bırakan... Biraz dokunan ama derinden, deliliğin, hasretin zirvelerinde, fırtınaların önüne… Rüveyda, ömrüme biraz işte...

Bir yudum teselli...

Bu ilk mektup size, yani görünür âlemde...

Hâlipürmelalimi mazur görün. Korkularımdan sıyrıldıkça belki seni sana, seninle seni aşka biraz daha anlatabileceğim.

İçimde o kadar çok var ki o sen kokan kelimelerden, milyonlarca, milyarlarca...

Heyecanımı biraz olsun dizginleyince kelimelerimi birer birer dizeceğim; iltifatına, ilgine; sessizce...

Sana değil yazmak, hitap edebilme hayali bile beni hâlden hâle koyuyor. Siz zamiri ile başladığım yerleri sene çevirmeliyim. İnsanın çekinerek ve uzaklardaki birine sen demesi hiç kolay değilmiş… Tarifi olmayan, ağzı dili kurumuş bir heyecan içinde kıvranıyorum. Çöller misali bir yanış, çöller gibi bir susuzluk...

Efsunlu bir rüzgâr değer saçlarının tellerine; asude bir mevsimi taşır hicaz bir makamla ruhuma... Çekerim derunuma, tüm benliğime kokunu. Sarhoş olmadık, nasiplenmedik bir yerim kalmasın diye...

Kısacık ömürlerimize, uzun ayrılıkların kederini sığdırarak hasretlerin sancısına şiir oluyor, şarkı oluyoruz. Kaç şehir sensiz, senden uzakta kuruluyor, insanlar işlerine gidiyor, evlerine dönüyor. Kaç adam, sevdiği kadına eli kolu dolu, kalbi özlemle varıyor. Kaç kadın sevdiği adamın dönüşünü bekliyor…

Belki biz seninle, bir yolculukta rastlaşacaktık; hayranlığım belli olmasın diye kısa kelimelerle biraz sıkılır, utanır gibi; narin, çocuk ellerinden, tırnaklarının pembemsi beyazlığına kadar tedirgin etmeyen bakışlarla seni inceleyecektim. Konuşurken bazen gözlerinden, göz bebeklerine, bazen de dudaklarının kıvrımlarından, bembeyaz dişlerin süslediği sağlıklı diş etlerine kadar dalacaktım. Ve dişlerden süzülen sıcak nefesini merak edecek, onu ıhlamur kokusuna benzetecektim. Kirpiklerini sayamasam da göz bebeklerinde kaybolmaya, içine düşüp sonsuza dek orada kalmaya can atacaktım. Yüzünde, teninin ipeksi narinliği gün gibi ortada olacaktı ama dokunamayacaktım. -oysa ne çok severim bir insanın yüzünü avuçlarımla dokunarak sevmeyiSevgili Rüveyda,

Ben seni bulup keşfedememiş olabilirim, bari sen beni bulup keşfetseydin.

Kâşifini, seni bekleyen Murat.



[1] Dancer in the Dark (2000) Karanlıkta Dans filminden. 





Rüveyda'ya Mektuplar (2)

bendeniz,
geç kalınmış hikâyelerin başkahramanı..

.

Sevgili Rüveyda,

Kış yüzünü göstermeye başladı yavaştan. Kaldırımlar, Kent Park yaprak ölüleriyle dolu… Nasıl da üstlerine basıp geçiyoruz. Daha dün tepemizden bize ihtişamla bakıyorlardı oysa… Şimdi ayaklar altındalar! Bir kere eskimeye, elden ayaktan düşmeye gör. Ne papatyaları ne de solgun yaprakları ezemem, kıyamam…

Böyle havalarda sırdaşım Kent Park’ı daha çok seviyorum, dışımda az insan, içimde bin bir lisan, hepsi de seni anlatır. 

Bazen bazı sabahlara uyanmak istemez insan, yoksa bir ideali, gayesi. Neyse ki benim işe yaradığımı hissettiren dualarını aldığım biricik annem var da günlerin içinden geçmek kolay oluyor.

Havalar soğudu Rüveyda, şimdi sensiz daha çok üşüyorum, dipsiz bir kuyu gibi yatak. Mahrumluğumun üzerine çekiyorum her gece yorganımı…

Çok özledim, neredesin? diyerek, seni özlüyorum, hep... Özlemek denen şey, ruhun çıldırmamak için çaresizce çırpınması değil de nedir?

Güneş yatak odasından doğar bizim evde… Doğu cephesi… Bu yüzden odama özel yaptırdığım kalın stor perdeyi çekince beklenmedik bir sürpriz gibi hayret ve sevinçle, pırıl pırıl bir güneşte buluyorum seni. Gülümseyişlerin yayılıyor odama, sımsıcak. Güneş aşk gibi dokunduğu canlılara yaşama sevinci…

Sen ruhuma öyle dokundun ki Rüveyda, seninle sana uyuyor, seninle sana uyanıyorum.

Lisanım bir tek senden bahsederken uysal, hadsiz ve emsalsiz... Bir tek seninle güzel, deli ve hesapsız. Belki sen henüz uyuyorsun, yanağını okşadım, yangını düştü avuçlarıma!

Aşk bonkör, olmaz hayaller kurduruyor yine. İçimde sevinçli bir ağlamak hissi, sordum kendime:

Ben bu hikâyenin neresindeyim?

Sana kalbim diyorum, içimin sana giden koridorlarında, yankısını duyuyor musun?

Gönlüm, göğüm, kalbim, sevgilim.

Baktığımda gördüğüm, ruhumun bağlandığı kördüğüm. 

Gönlüm diyorum, çünkü gönlümü istila edenimsin. 

Gönlümdeki ışıksın, güzelliğimsin...

Işığın gölgesi yoktu,
Üşümek kâinat yansıması... [1]

Evet, ışığın gölgesi yok... Nur içinde nur… O kâinatın içinde ürperelim, üşüyelim. Yansıması yayılsın evrene, bilmem hangi dalga boyunda, kara deliklere yakalanmadan… Düşsün gölgelerimiz birbirinin üzerine, sonsuza dek… Seslerimiz sarmaş dolaş yankılansın kâinatta… Bir sen, bir ben… Duru, dingin bir boşluk hayal et… Zamandan, mekândan arınmış… Ötesini ne bilelim sevmenin, ne de isteyelim.

İnsan sevince, başka ne ister? Kavuşmak mı? Sahi kavuşmak nedir? İçinde asıl canı (ruhu) saklayan iki bedenin tek ruha taşınması mı? Bedenler olmadan olmaz mı bu dediğimiz? Ötesini ne bilelim sevmenin, ne de isteyelim. Ötesinde sınıra varır insan, ateşe... Küllerin bile yandığı ateşe... Yalnız bedenlerden sıyrılmaz, ruhtan bile sıyrılma noktası... Ruhtan nasıl sıyrılabilinir ki aşkla, zamansızlık ve mekânsızlık buydu… İsimlerden zata, zamansızlık ve mekânsızlık… Bir cennet ve o cennette bir cemal hasretiyle…

Ruhlardan da sıyrılmak fena makamı… Azı olursa, zıddı beden ülkesine düşüştür. Şehvetlerin kapısı. Uçurumlar yeridir orası... Ne şehvetlerin sonu var, ne de dinesi... Ruhların sevişmesi ile hiçbir benzerliği, ilgisi de yok üstelik. Kıyas bile yapılamaz.

Oysa aşk, oysa sevmek öyle mi Kalbim? Sevmek ruhların tangosudur. Kelebekler gibi baharlara açılmaktır, aşk aşk... Özlemektir ve özlemekten başka bir şey bilememenin aczinde sessizce gözyaşı dökmektir. Gönülde ve gözde yaş,
gönülde ve dilde dua…

Ruhların sevmesi, sevişmesi neden yetmez insana? Maddi âlemde ruh ve beden nefes aldığımızdan mı?

Papatya fallarına kalmamalı hiçbir sevgi Rüveyda,

Sevdin mi; sevdiğine, sevdiğini haykırmalısın; şımarmalı ve şımartmalısın… Delice, çılgınca, hatta serseri sevmelerin olmalı... Her karşılaştığında o içindeki çocuk dışarı taşmalı, taşırmalı, çağlamalı… Dedim ya sevdiğini papatya fallarına mahkûm etmeyeceksin, sevdiğini adam gibi göstereceksin.

Gün kısa, iki nefeste oldu akşam ve başladı gecenin bilinmedik ülkelerden, bilinmedik senfonileri…

Yine uyku tutmadı; sağıma döndüm sen, soluma döndüm sen, çok güzel bakıyorsun gözlerimi seni temaşadan alıkoyamıyorum. Bunları düşünen birini elbette uyku tutmaz. Uyusam sana, uyansam sana... Bu yüzden fark etmiyor, nasılsa her türlü gördüğüm sensin.

Bir bardak bir şey içmek için mutfağa geçtim, her zaman yaptığımı yine yaptım. Pencereyi açtım, gökte ayı selamladım. Ona biraz da sanki acıma hissi ile baktım. Bütün hikâyelerin şahidi ay, bütün sırları nasıl bağrında saklıyor, tartıyor, taşıyabiliyor. Benim gibi her âşık onunla dertleşip onunla birbirine haberlerini ulaştırıyor, onun aynasından birbirlerini görüp hasret dindirmeye çabalıyorlar. İyi yine de bunca kederimize rağmen o mübarek kamer/ay üzüntüsünden, ziyasında noksanlık yaşamıyor…

Senin için yalnız gecelere döktüğüm gözyaşlarımla biten karanfillerin, yaseminlerin, leylakların, güllerin mazlum boyun büküşlerine de şahit gökte ay… Ömrüm bitiyor, sen yoksun Rüveyda!

Gri bir vakitte gelsen, renklerinle bir anda can versen matlaşan rengime. Mevsim hazan ve sen yoksun. Şehir yorgun, ben yorgun, sen yoksun. Gelsen nisan yağmurlarının canlandırdığı ölü bitkiler gibi neşvünema bulmaya öylesine hazırım ki… 

Ah Kalbim!

Buzla ateşin karışımı gibi bir şeysin sen!  Ben seni özlemeyi seçtim, sen özlenmeyi.

İşte nihayet yine adı sen olan bir sabah oldu, gökyüzü kapalı, şiirler yağıyor sağanak sağanak, hem gökyüzünden
hem gözlerimden…

Kelimelerinin muhtacı Murat