
Sevgili Rüveyda,
Bugün erkenden giyindim, şehrin trafiği az olan kıyılarından sırdaşım Kent Park’a doğru yürüyüşe çıktım.
Ekim ayında az bulunur pırıl pırıl bir gün. Sonbaharın, sarının bütün tonları parkın girişinden itibaren beni karşılıyor, selamlaşıyoruz. Onlara seni soran gözlerle bakıyorum; Bugün gelir mi sizce?
Bir dalgalanma, bir uğultu, sonra derin bir sükût. Yapraklar dallarla birlikte boyunlarını büküyorlar, suçlu onlarmış gibi öyle melul, öyle mahcup, öyle çaresiz…
Sana olan hasretimi bu şehir ve bu şehirde sırdaşım Kent Park biliyor. Çok seviyorum burayı, sanki senden izler taşıyor, sanki sen gelecekmişsin gibi… Sakin sakin süzülen dereye sor, seni bilir. Serçeler, güvercinler, cılız derenin döndürdüğü erkenden kocamış değirmen, parkın ortasındaki gölet ve içindeki adacık seni bilir.
Göletin içindeki balıklar -onlar bile attığım ekmekleri kapışırken- bana üzülme, üzülme diye sesleniyorlar. Hep güneşin suçu, hüzün gölgem göle düşmese, balıklar fark etmezlerdi belki hâli pürmelalimi…
Parkta sabahın sakinliği var, huzur kokuyor her yer. Bu saatte banklarda sevgililer falan olmaz. Temizlik ve güvenlik görevlileri ile benim gibi tempolu yürüyüşe çıkanlar… Her şey olması gerektiği gibi yani. Bir ben, bir ben, olmamam gerektiği gibiyim, çünkü sen yoksun.
İçimde birikmiş hasretler, senli hayallere karışarak turumu bir saat gibi bir sürede tamamlayıp, eve dönüyorum. Annem henüz uyanmamıştır. Duşumu alıp çayı demlerim… Rutin işlerden sonra yine devam edesim var mektubuma…
Sevgili Rüveyda,
İsminin bir anlamı da yavaş, yavaş; adım adım demekmiş... Ben hep ince, narin, nazik, hoş anlamlarına yoğunlaşmıştım. Hayat da böyle değil mi?
Genç ve afili rakamları tırmanırken ömrümüz, hayat okulunda öğrendiklerimiz, aldıklarımız, anladıklarımız, kavradıklarımız gökkuşağı renklerinde bir avarelikle geçer. Ne çok hatalar yapar, ne çok günahlara dalarız!
İyiliklerimizle, kötü işlerimiz handiyse kol kola...
Bunlar, ömrümüzün hızla aktığını fark edemediğimiz, hoş ya da boş zamanlarıdır.
Sonra bir çırpıda o günlerin, ilkbaharın, sonbahara evrildiğini sararan yapraklar gibi beyazlaşan saçlarımızda acı bir tebessüm ya da iyikiler çoksa, içinde acı barındırmayan bir tebessümle fark ettiğimizde; dönülmez akşamın ufku bize el sallamaktadır...
İşte o demlerde, isminin yavaş, yavaş anlamı gibi, zamanın da yavaşlamasını dileriz. Ya da beklentiler, idealler son bulmuş ve sıkılmışsak birbirine benzer günlerin sancısından, gelmesini beklediğimiz meleğin yolunu gözleriz; adım adım...
Nasıl da bir anda soğuk bir mektup oldu değil mi? Bazı mektuplarımın, hızlı girişinin seni şaşırttığını düşünüyorum.
Yalnız seni mi?
Sana gönderdikten sonra ben de aynı duygularla, senin gibi bakıyorum yazdıklarıma, ama artık yazan kalemin mürekkebi, kader kalemi gibi kurumuş oluyor. (Her ne kadar buraya yazdıklarım edite edilebilirse de bilirsiniz, bu konuda üşengeç biriyim, tekrarı, tekrarları, tekrar anlatmayı, tekrar okumayı, detaylarla oyalanmayı pek sevmem, tekrar tekrar aldanmış biri olarak!)
Keşke yaşarken geriye doğru hayatımızdaki hatalar da tamamen silinip edite edilebilse/düzeltilebilse ve acı tecrübe demesek onlara... Allah’a gönülden el açıp tövbe, pişmanlık dışında, kişilerle helalleşme genelde mümkün de olmayabiliyor. Sanırım bu ruh hâlim, seni dünya gözüyle görme ümidimi yitirmekliğimden neşet ediyor.
Ruh tuvalimde, flu bir kadın var ve ben o kadını netleştirmek istemiyor gibiyim. Netleştiği gün, ya da sana gerçek hayatta kavuşup dokunduğum gün, sanki içimde bir Rüveyda ölecek!
Aman Allah’ım!
Bu nasıl dehşet bir şey, az önce ne yazdım ben... İçimde bir Rüveyda ölecek! şu an gözlerimi burnumun kanallarından, bilmem kaç şiddetinde bir deprem salladı ve satırları görmekte zorlanır oldum.
Sümüğünü, mendili olmadığı için habire çekiştiren çocuklar gibi kalakaldım, yine de elim mendilime gitmiyor. Gözlerim İçimde bir Rüveyda ölecek! cümlesine takıldı kaldı. Bıraksalar çalan melodi eşliğinde saatlerce bu cümleye bakar ağlarım!
Kaplumbağanın gözyaşlarıyla beslenen kelebekler varmış... Ya aşkın gözyaşlarıyla ruhları beslenenler? Hasret ufkuna yelken açanlar…
Rüveyda ölmemeli, ben onu bir ömür bekledim durdum; savruldum ama bekledim… Ağlamak, benim için hep
yenidir, sürekli yenilenen. Severim ben ağlamayı ve Lezzetleri yok eden ölümü anmayı...
Özlemek aşkın terbiyesi derler. Bu ne hoş bir terbiye, cana sefa, kalbe nimet…
Ya özleyecek bir şeyleri olmasa insanın?
Kalbim,
Bu mektubu yazdığım sabahın erken saatlerinde, geceden kalma uykusuzluğumu gidermek yerine, seni arıyorum... Sana yazıyorsam, sana olan özlemimin katsayısı artmış demektir. Özledikçe yazıyorum, yazdıkça özlüyorum, öyle güzel bir döngü işte… Ben zaten, bir ömür sana yazdım, içimde kimselerin görmediği, yaprakları hazan rengi sayfalara...
Aynı benzer kelimelerle, ama o kelimelere her defasında yeni bir sancı, yeni bir ruh üfledim ruhumdan... Herkesin görmesini anlamasını beklemeden...
Halil Cibran’ın Aforizmalar’ı masamda...
Fikir çilesi içindeki arayışında, Lübnan’ın bu meşhur düşünürü, Mary Haskel’ler, Mey Ziya’ler, ülkeler, şehirler, kelimeler, kitaplar arasında ölüm korkusu ile ölüm ötesi arayışta; onca derinliğine rağmen ömrünün son demlerinde maddeten zengin ama alkolik bir adam olarak Bişerri’de, küçük tarihi bir kilisenin bahçesine gömüldü!
İçimde bir Rüveyda ölecek! cümlesinin peşi sıra gelen, ölümün rengi beni, masamda okunması tamamlanmamış bu kitaba götürünce, ister istemez bahsetmiş oldum. Ölenleri gömüyoruz toprağa, hem de bir zamanlar onları seven okşayan kendi ellerimizle Rüveyda! İçimde bir Rüveyda ölecek! cümlesi bugün içimde hüzünle dönen bir plak gibi, içimi yakacak...
Seninle yaşayan bir Murat
bir kitabın yaprakları arasında saklı, özledikçe okunan
bir şiir gibi kalmayı seçtin…
Objektifimden Kent Park