“sen bana dokunmadan, uzaklardan
avuçlarımın içini terletenimsin!” dediği zaman,
lügatimdeki tüm kelimeleri sırtlayıp
penceresinin altına gidesim geldi...
Sevgili Rüveyda,
Derler ki Kays, yani Mecnun, zamanlar sonra izbe yerlerde, insanlardan uzak, kendi dünyasında istiğrak hâlindeyken; Leyla kendisine ulaşır ve Ben geldim, kavuşma zamanı. dediğinde Mecnun’un sevineceğini umar.
Öyle ya dillere destan bir aşkı vardır; kendisi için çöllere, dağlara düşmüş, iş güç yapamaz hâle gelmiştir... Hatta yokluğunda, Leylaların köpekleri geçse, saygıyla, muhabbetle ayağa kalkar, hüzün ve hasretle köpeğe ikramda bulunurmuş. Hâlini anlamayıp gülenlere, o da tebessümle cevap verirmiş. Hangi tebessüm hak acaba?
Yine derler ki bir gün Yusuf, aşkından hasta olan Züleyha’yı ziyarete gittiğinde Züleyha’nın kendisine kaçamak nazar eden gözlerinde, o eski ışıltıyı göremez. Sevinmediniz sanırım? der. Evlenme teklif edeceği demlerde...[¹]
Züleyha da Mecnun’a benzer cevap verir: Ben, hiç ölmeyen, ebedi sonsuz; hiç vefasızlık edip unutmayan, bırakmayana âşık oldum. Sen bir sözüme, bir bakışıma benden uzaklaşabilecek bir fanisin!
İlahi pınardan gelen aşkın muhatabı olamazsın. Teşekkür ederim, sen sebeb-i aşkımsın. Hakiki aşka giden yolda, nişanımsın, yol gösteren kılavuz.
Elbette sebeplere teşekkür etmeyen, müsebbibe şükür etmiş olamaz.
Hatta Mecnun, daha ileri giderek Lütfen şimdi git! Ben çürümeyene âşık oldum... Git! der. Dağlardaki huzurunun, tılsımının, haşyet ve cezbe hâlinin bozulmasını istemez...
Sevgili,
Seni hiç görmemiş, her daim ruh tuvaline resmetme çabasındaki bendeniz de bir gün onlara benzer bir iklimi yakalayabilir miyim, bilemem ama sen benden önce ölürsen, hâlim nice olur diye düşündüm bu sabah...
Rüyamda annem ölmüştü. Ben sonbahar yapraklarının arasında, kendi başıma seslerle ağlayarak yıkılacak gibi yürüyor, evime gelmek istemiyordum. Çünkü artık bu evde annem yoktu. Nasıl 2. kattan, onun kapısının önünden üst
kata çıkacaktım? Kendi ağlamama uyandım…
Annem yok, sen yoksun... Nasıl bir yokluktur ki bu sonsuzluğa açılan kapı olmuş... Ah yıldızlar, ah ay... Sizler oradan bize bakınca nasıl görünüyoruz? Minnacık bir ışığımız var mı size ilişen?
Sevdiklerimle aramda bazen kıyas yaparım. Yaşı benden fazla olanlar için onlar mı önce ölsün, ben mi diye... Egoistçe olanı, benim önce ölmeyi istememdir, onların acılarını görmeden şu dünyadan sıvışmak adına...
Merhametli olanı, önce onları yolcu etmektir, acılarını göze alarak, acımı yaşamalarını dilemeyerek... Bunu özelde en çok annem için düşünmüşümdür... Siz gençsiniz dayanırsınız yavrum, Allah bana göstermesin sizin acılarınızı. der. Bir de insanlar yaşadıkları hâlde, birileri ölür, birilerini öldürürüz içimizde...
Bu mu daha acı, bilinen ölüm mü?
Bu daha acı bence...
Kişi aslında ruhen, bedenen hayatta ama sizin için ölmüş. Belli belirsiz sebeplerden onu öldürmek zorunda kalmışsınız! Aslında ondan gidememişsiniz, ama gitmiş gözüküyorsunuz, bu da ayrı versiyon.
Fiziken küs, ruhen hasretini çekiyorsunuz, çekilmez bir kırgınlıkla...
Ölmezden önce öldürdüklerimizin acısı, hazindir.
İmkân varken konuşamaz, sarılamayız.
Uzaydan bakınca ne kadar aptalca gelir bana insana dair bu tür şeyler...
Sevgili,
Sakın sen bende ölme! Sen bende, ruhumdasın, sen bensin. Sakın kelime kurşunu sıkma, cümle hançeri saplama seni seven bu gönle.
Vurduğun, yaraladığın sen olursun. Çünkü o gönülde sen varsın.
Seni göremediğim, sesini duyamadığım, dokunamadığım sürece hep bir Leyla kimyasında Rüveyda’sın... Bu mektubumda birazcık derin şeylere işaret ettim, ya da o derinler ikliminin sınırlarına yaklaştım. Umarım anlatabiliyorumdur!
Sevgilim Özüm,
Bir de bilinen anlamda ölüm ismi verilen, değişim ile öteye geçiş var. Anne karnında bebek gelirken kesesinden uzay kapsülü gibi sıyrılıyor. Dünya karnından da beden kapsülünden, kesesinden kelebek gibi sıyrılarak yine daha önce ancak belki biraz rüyalarımızda gördüğümüz yeni bir hayata geçiş yapıyoruz.
Ardımızdan sevenlerimiz ağlarken biz belki ve inşallah ferah bir huzurla tebessüm ediyoruz, korkularımızdan, yüklerimizden arınmış olarak... Dizi filmlerde de oluyor ya, oyuncu ölüyor diye üzülüyoruz, sonra bir bakıyoruz, başka dizide bambaşka bir rolde!
Ey akıntısına kapıldığım kadın!
Rüveyda olsun senin adın…
Akıntıya kapıldığını bilemeden, kulaç attığını zannetmek midir yaşam? Birbiriyle bağlantılı ama düzenine, kurgusuna özenilmeyen cümleler, paragraflar diziyorum farkındayım ve düzeltecek de değilim.
Ölüm gerçeği böyle şeyler yazdırıyor insana. Sonbaharın en sarı renge dolanmış, hicran makamını yaşadığı demlerde duyduğum ayrılık şarkısı sebep belki de buna... Öldüğüm zaman, onca günahkârlığımı unutup Allah’ın merhameti ile serbest bırakılmış ruhlardan olacağıma inanıyorum. Sevdiklerimizi, sesimizi duyuramasak da, istediğimiz zaman görebilme mükâfatı.
Hayalet (Ghost) filmi geldi aklıma Demi Moore idi kadın oyuncu. Filmde yaşananlar bu dediklerime benzer şeyler işte... Çok ağlamıştım o filmi izlerken Yeşil Yol filmi gibi… İçimizden geçen nice filmler, şiirler, şarkılar vardır; iz bırakan. Nice insanlar içinde, ince insanlar... Ve biz bazen bilmeden, nice hikâyelerin içinde, bize biçilen, sunulan başrolden habersiz, kendi dünyamızın figüranı olmayı seçmişizdir...
Mektubumu bu kez kısa tutamadım, seni sıkmak endişesini her defasında duyuyorum. Biraz lezzetleri yok eden ölümün rengine büründü ama ölüm de hayat kadar gerçek olduğuna göre… Biri sıcak, biri soğuk görünümlü... Belki de tam tersidir? Yani insanına göre!
Kalbim,
Senin için şiir yazmayı seviyorum, sana mektup yazmayı seviyorum, çünkü seni seviyorum. Senin de beni sevdiğini biliyorum, işte o an ölümün adı ayrılık, hasret oluyor. Ve ben, beni düşündüğün zamanların hiçbirinden gafil değilim, hissediyorum...
Size bakmayı seviyorum.
Kadın şaşkınlıkla seyretti onu.
Bana bakmayı mı?
Evet. Bakmayı seviyorum.
Bunun için mi… Bütün istediğin bu mu, bana bakmak mı?
Evet. Size bakmayı seviyorum.[²]
Bakışlarına hasret Murat
[¹] Züleyha’nın kocası ölünce, Mısır kralı Züleyha’yı Hz. Yusuf (as) ile evlendirir.
[²] Bir Yerde, Jerzy Kosinski