
bazen keşfedilmeyi bekleyen bir maden, bir ülke, bir şehir,
bir caddenin, bilinmez bir sokağı gibi, beklersiniz!
Rüveyda,
Şimdilerde bir iç yangınısın!
Her geçen gün çoğalan, yakışı artan bir yangın...
Tam şuramda, göğsümün üzerinde, kalbimin merkezinde...
Hani tuzu abartılmış bir içecek gibi, tüm denizlerin suyunu içip de yanan biri gibi…
Çöllerde dudakları susuzluktan çatlamış, dilinde bir damla kalmamış bir bedevi gibi...
Yanıyor içim, soğuk sular söndüresi değil!
İsmini anınca bazen susuzluğum artıyor, bazen çoğalıyor.
Anlatılası değil, anlaşılası hiç değil.
Sevgili Rüveyda demek yetmiyor, ''sevgilim'' diyemedikten sonra!
''Sevgilim'' demek de kesmiyor, sevgili gibi birlikte zamanı yaşayamadıktan, paylaşamadıktan sonra... Siz demek nasıl bir uçurum, uzaklıksa, sen deyip sana sahip olma duygusunu sensiz yaşamak biçarelikse, bu kör olası erişilmezlik de öylesine zehirli bir çiçek.
Şimdilerde bir iç yangınısın!
Her geçen gün çoğalan, yakışı artan bir yangın...
Tam şuramda, göğsümün üzerinde, kalbimin merkezinde...
Hani tuzu abartılmış bir içecek gibi, tüm denizlerin suyunu içip de yanan biri gibi…
Çöllerde dudakları susuzluktan çatlamış, dilinde bir damla kalmamış bir bedevi gibi...
Yanıyor içim, soğuk sular söndüresi değil!
İsmini anınca bazen susuzluğum artıyor, bazen çoğalıyor.
Anlatılası değil, anlaşılası hiç değil.
Sevgili Rüveyda demek yetmiyor, ''sevgilim'' diyemedikten sonra!
''Sevgilim'' demek de kesmiyor, sevgili gibi birlikte zamanı yaşayamadıktan, paylaşamadıktan sonra... Siz demek nasıl bir uçurum, uzaklıksa, sen deyip sana sahip olma duygusunu sensiz yaşamak biçarelikse, bu kör olası erişilmezlik de öylesine zehirli bir çiçek.
Metcezir gibi, sana bazen sen bazen siz diyorsam, demişsem, hepsi de bizdendir… Ve hepsi şaşkın metcezirlerin melankolik renkleridir. Ne koklamaktan vazgeçebiliyorum ne de zehirlenmekten!
Zakkum çiçeği desem değil, Rüveyda çiçeği bu, kimseler bilesi, göresi değil.
Evet, zehirledin, kanıma girdin benim!
Ne düzenli uyku uyuyabiliyorum, ne de günlerimi farkındalıklar içinde yaşayabiliyorum. Sana sabitlenmiş, sana zaman ayarlı, sana yazılmış, sana adanmış bir hayat benimki...
Oysa belki de ömrümün Rüveyda’sı hiçbir zaman karanlıkta kalan gönlüme, dolunay gibi zuhur etmedi, etmeyecek. Gelmesen de, gelişine, geliş gününe, geliş anına, kavruk kelimelerin acziyetini serpmeye devam edeceğim, son güne kadar… Güller gibi olmasa da kelimelerimi sereceğim yollarına…
Biliyorum fakirdir kelimelerim, hâlimi meramımı anlatacak kadar zengin ve çok değildir, ama içten ve samimidir. Kalbimi yalanlamaz, muhatabını kandırmaz.
Kelimelere ruhumuzdan katarız. Hassas bir insan -emojileri kullanmasak bile- kelimelerde ruhumuzu görebilir ve bizi anlayabilir. Kelimeler de bitkiler gibi canlıdır. Nasıl dalından kopan bir çiçek, sebze-meyve hemen ölmüyorsa, kelimeler de kendi dünyalarındaki ömürlere göre ölmeden yaşıyorlar. Hele kutsal metinler, yani Allah’ın kelimeleri sonsuza dek… Sonra sırasıyla ve kategorik olarak insanlara ait olan kelimeler… Peygamberler ve Allah adamları… Sonra hakka isabet etmiş düşünür ve filozoflar… Ve ille âşıklar… Aşk adamlarının sözleri kelimeleri de sonsuza kadar yaşayabilir… Keşke kelimelerden yana zengin olsaydım, en kusursuz kelimeleri biriktirip de sana seslenseydim, belki o zaman sana daha çabuk ulaşırdım, her neredeysen… Ben de tuhaf bir adamım değil mi? Hiç yüzünü görmediğim, sesini duymadığım bir kadının gelmesini bekliyor, ona yazıyor, onu seviyorum. Bazen bir yerlerde bir kadın görsem, onun gibi mi diyorum. Aslında bu fiziksel güzellikten öte daha çok ruhsal bir durum. Huylar, ahlak üzerine, asalet üzerine… Asaleti olan, iyi huylu bir kadın fiziği ne olursa olsun ideal olan güzel kadındır. Üzmez, üzülse belli etmez. Kendisini sevdiğinin huzuruna adar. Mutluluk verdikçe mutlu olur. Mutlu oldukça mutlu eder.
Seni hayal ediyorum.
Tebessüm ettiğinde, kar parçası dişlerinden, en masumundan, en dişisine, bir kadına ait notaları, yerinde ve zamanında terennüm edecek.
Dişlerinin aralıklarından pırıl pırıl bir ışık sızacak. Sanki dolunay dilinin ardından doğmuş gibi.
Senin besten, kalbimi hep böyle mi besleyecek, kavuşma ateşiyle?
Seni hayal ediyorum. İri gözlerine düşen bir Yusuf’ta ben olaydım, çıkayım diye bir lahza dua etmezdim Rabbime... O gözlerden bakmak, o gözlerin baktığı şeyleri görmek yeter de artardı şu yaralı, adı hicran kalbime.
Orada müebbet istiyorum, kirpikleriniz parmaklığım olsun...
Bana bakışın zamane bakışı gibi olmazdı biliyorum. Şehla, hayran ve utangaç…
Gözlerine her baktığımda gözlerim dolardı…
Gözlerinde sadık bakışlar olsun, bana o gözlerle gel… Seni hayal edemiyorum…
Rüveyda,
Adını söylerken ağlıyorum. Akıttığım gözyaşlarım, güzel bir pınar oluyor, kâğıttan kayık yapıyor ve onunla senin mehtabına kürek çekiyorum, çekmeye de hacet kalmıyor, bırakıyorum kendimi, ruhumu, akıyoruz senin ülkene...
Rüveyda,
Rüveyda,
Ah Kalbim!
Sadece adını yazarken bile ne çok şey söylüyor bu adam. Her harf, bir romanın kapısına açılan iksir gibi... Şair ne güzel, ne veciz kısacık ifade etmiş meramımı:
Muhacirdi bahar, Ensar’dı rüzgâr...
Öğrendim bunu papatyanın kalbinde... [1]
Yangınımı başka nasıl anlatabilirim ki sana? Zaten anlatılmaz, yaşanır ve ben yaşıyorsam, sana hâl olarak geçmiyorsa, mesafeleri delmiyorsa, imkânsızlıkları yenmiyorsa, ben ağlarken seni de ağlatmıyorsa, edebiyat yapıyorum demektir. Adamın biri, büyüklerden birisine gidip, Ben seni çok seviyorum. der. O yüce gönüllü kişi, gözlerinden riya ve çıkar akan kişiye döner ve: Nasıl olur? der. Dediğin gibi olsa bizim dahi seni sevmemiz gerekirdi...
Sevgi, için mesafe nedir, kelam nedir, kalem nedir?
Kalem, kâlden sırlar döken zavallı bir elçi...
Mürekkebini sadrımızdan alan her kalem, süslü kelimelere uğramasa da betimleme fukarası da olsa, canlıdır, ruhu vardır ve Rüveyda’sını arayan, bulamasa da, Rüveyda gönüllülere ulaşan hayattır.
Ah Kalbim,
Ne olaydı, hazanım kışa dönmeden bahar goncası suretini de görmek nasip olaydı, göç vakti gelip çatmadan... Göçmen kuşların ardına takılmadan! Geldin mi?
Hoş geldin,
Nerelerdeydin?
Nasılsın?
Ben gibiysen,
Sus!
Sen gibiysem,
Beni sustur!
Geldin mi?
Gitmiş miydin ki?
Ne hoşsun sen,
Ömrüme...
Gözlerim,
Benim vefakâr, cefakâr gözlerim!
Sizi sürekli cilalıyor, parlatıyorum, nedir bu şekvanız benden?
Selamların en güzeli O’na olsun, hüzün Peygamberinin nurundan yaratıldığınızı unuttunuz mu yoksa?
O’nun ağladığı, ağlatıldığı şu fanilikler geçidinde ağlamayan göz, g/öz müdür?
Gözün işi yalnızca görmek midir?
Pınarları kurumuş göz, aşkı yitirmiş, sevdadan mahrum, hasret sancısının içinde kıvranmamış, bir kutlu hicrete adanmamışsa, kör olsun!
Senden başkasına kör bir Murat