ne gökyüzü, sen olmaksızın mavi, ne de deniz...
koskoca şehir bile savaş artığı gibi sensiz…
Sevgili Rüveyda,
Eskiden mektuplara böyle başlanırdı. Sonra hâl hatır faslı. Nasılsın, iyi olmanı Yüce Allah’tan niyaz ederim... Beni soracak olursan, hamdolsun ben de iyiyim...
Mektup işin bahanesi.
Adını yazmayı özledim...[¹]
İyi değilim oysa ben. Ve sanırım iyileşemeden duracak bir gün şu hasta, zavallı kalbim. Son zamanlarda yaptığım en iyi şey, insanlardan biraz daha, bir adım daha geri kalıp kaçıyor olmaklığım.
İçlerinde özlediklerim olsa da, inzivaya karar verdim. Aslında bu adamın, bu eylül bakışlı adamın hayatı baştan sona inziva… Kısa bir dönem, sosyal, aktiftim. Kalabalık bir çevrem, dolup taşan evler, davetler vesaire… Sonra zamanla kendine kalıyor insan… Vefa rüzgârları akşamüstleri esiyor
penceremde… Anılar mı, en çok onlar vefalı…
Bu arada birilerinin düşüncesinde olmak beni yoruyor! Hissediyorum, hissedişleri!
O frekanslar arasında sıkışıp kalıyor, boğulur gibi âdeta hastalanıyorum. Annem Sana nazar değmiş yine der, Kim gördü de değdi der gülüşürüz. Görmek yalnız gözün işi olsa haklı bir soru olabilirdi. Dedim ya hissediyor insan, hissedişleri… Zamanla sevdim inzivayı. Sosyal medyayı saymazsak, çevrim dışı bir hayat bu benimkisi… Hani bana ev hapsi vermiş sanki gizli bir el.
Belki de annem beni inzivaya doğurdu…
Tamamlanmamış bir şiire benzer, bazı insanların hayatları. Son dizeye varamadan, tökezleyiverirsin mısra kenarına...
Hiç dünyalı olamadım ben ve hep acemi kaldım hadiselere… Ne derviş gibi, ne maddeciler gibi… Şükür paraya hiç kıymet vermedim, peşinde koşmadım. O bana lazım olacak kadar hatta biraz fazlası olarak hizmetime kendisi talip oldu. Zaten çok zengin olmak istemezdim. O zaman ölmek istemez insan.
Ömrümde bir haftalığına şu eski Türk filmlerinde gördüğümüz İstanbul’da boğaza dizilmiş yalılardan birisinde misafir olmayı diledim safa namıma, yalnızca bir haftacık. Deniz, deniz kokusu, martıların, vapurların ezan seslerine karışmış harmonisine karşı çay-kahve içmek… Dalga seslerindeki notalarda şarkı mırıldanmak… İstanbul anca böyle dinlenilir. Ve o rüya şehirde sen, belki daha güzel taşardın mektuplarımdan…
Mektuplar demişken eskiler dillerinden inşallah, maşallah, sübhanallah gibi sihirli kelimeleri düşürmezlermiş. Hele hayranlıkla birisini düşünmek, dinlemek ya da okumak; maşallah borcu ödenmedikçe hakka girilmiş olur.
Nazar dediğimiz şey, öyle esrarengizdir ki insanın ölümüne bile sebep olur!
Bizimkiler anlatmıştı, onların tanıdığının köyünde bir adam varmış, bir bakışla büyük baş hayvanlarını yere düşürmüş ve hayvancağız ölmüş. Gözden çıkan şualara ruhun kattığı malzeme neyse demek ki silaha da dönüşebiliyor. Kimse sevmezmiş o adamı ama korkudan bir şey de diyemezlermiş.
Bu konuya nasıl nereden geldim ve şimdi nereye bağlayacağımı merak ediyor olmalısınız. Düşüncenin gücüne bağlıyorum tabi ki. Ben uzay filmlerindeki ışınlamaya inananlardanım. Bir insan ya da eşya bir yerden bir yere saniyelerle ışınlanabilir bu mümkün. Zaten Süleyman Peygamber kıssasında -selam olsun- yüce kitabımızda geçer. Sebe Melikesi Belkıs’ın tahtını, ilim sahibi biri, Yemen’den Kudüs’e göz açıp kapayıncaya kadar getirivermişti.
Bizler bunu şimdilik, kıtalar arası, internet gibi vasıtalarla, görsel, ses, yazı ve para transferi anlamında yapabiliyoruz. Tek tuşla, şehirler, ülkeler aşılıyor. Ve bizleri de rüzgâr farklı bir kalıpla taşırken uçarken yemek bile yiyoruz koltuklarımızda!
Günümüz modern çağı, hâlâ o ilmi seviye ulaşamadı. Belki de ulaşamayış, bizim hayrımızadır. Çünkü bizler yenilikleri, güzel ve faydalı şeyler yerine, zararımıza kullanır olduk.
Sevgili Kalbim,
Az önce ulaşamayış dedim. Sahi yazdıklarım sana ulaşıyor mu? Zarf olarak değil elbette kastım, mazruf olarak, ruhunun kapısında bekleşen kelimelerimi içeri buyur ediyor musun? Hasretle yolumu gözlüyor musun?
Kanatları varmış kalbin;
Sevince uçar, sevilmeyince göçermiş.[²]
Bu zayıf adam, size yazarken yazabilirken güçleniyor, hüznün içinde saklı bir neşe ile huzur buluyor. (Bazen sen diyemez hâle geliyorum.) Bir an gelecek, biliyorum yazamayacağım, bendenizin sizin gibi güçlü kelimeleri, kimliği, kişiliği yok!
Rüzgârın önünde savrulan biçare yaprak bile benden güçlüdür; o, en azından direniyordur, dalından, daha kötü bir yere düşmemek için!
Bu adam -o kadar acizim ki- bazen, günlerce evime kapansam, alışverişe çıkma mecburiyetim bile olmasa, sanırım sokakları özlemem...
Özleyeceğim şeyler; bitkiler, hayvanlar, oyun oynayan çocuklar ve o çocukların izdüşümü yaşlılar... Gün doğumu ile batımı arasındaki o eşsiz manzaranın arasına sıkıştırabileceğim ancak bunlar. Konuşmadan seviyorum, hayattan bir kaç kesiti hepsi bu.
Ama şikâyet etmem gereken akşamlar var, çünkü yalnız başına acı çekmek çok zor.[³]
Şikâyet etmem gereken zamanların sebebi kadın; Rüveyda! Anlıyorum ki bu dünyada birbirimizi bulacağımız yer ancak bir rüya...
Bir rüyaya âşık Murat
[¹] Başak Buğday
[²] Cahit Zarifoğlu
[³] Franz Kafka