30 Ekim 2017 Pazartesi

Rüveyda'ya mektuplar (17)


















                                        biliyorum,
                            bir gün bir şiirim 
                               yarım kalacak…

Sevgilim,

Çılgınlık yapmanın da mevsimi varmış, deli/kanlı olmanın da... Gençliğin mevsimi, ihtiyarlığın mevsimi gibi... Hasta ve yaşlı anneciğime bakınca bunu geçirdim içimden. Ama en azından her yaşta ve her cins delikanlı olabilir ve öyle de kalabilir mert ve samimi ruhlar...

Çılgınlık ve çocukluk yapmak başka bir şey; bambaşka... Bu isteği duymak ve hatta frenleyememek. Ne güzel! Hele iki dost/sevgili, karı koca, birlikte saçmalayabiliyorlarsa...

Mevsim işi bu Rüveyda.

Neşe denen şey ruhu sarmazsa o enerjiyi bulamazsın, yaşın kaç olursa olsun. Sen olsaydın, biz olsaydık, ne güzel saçmalardık birlikte.

Bazen bile isteye üşümek istiyorum,
Üşüsem ve sana gelsem ısınmaya diyorum...
Tenin değil, gülüşlerin ısıtsa ruhumu...

Sevgilim,

Bana şarkı söylediğini hayal ediyorum, bilmediğim bir iklimin lisanıyla, bilmediğim ama hissettiğim manaları dalgalandıran sözleri olan...

Sen ne güzel şarkılar söylerdin...
Ben ne güzel dinlerdim seni canımla...

Sesinde sevginin, şefkatin rengiyle, Gözlerinden dökülen muhabbet nehirleriyle, Sen ne güzel şarkılar söylerdin ruhuma...

Saçların yandan salınmış, ten kokunuzla özdeşleşmiş parfümünün odaya verdiği o baş döndürücü, aklı yele verdirici tütsünün ılıman ikliminde sen; kalbim! Bana ne güzel şarkılar söylerdin... Yılların yorgunluğunu alırdı sesinden yayılan muhabbet...

Kafka: Güzelliği görme yeteneğini kaybetmeyen asla yaşlanmaz. der Milena’ya mektubunda... Hele o güzel sen olunca, şarkılar senin dilinin letafetinden pınar gibi çağlıyorsa, insan senin yanında, seninleyken nasıl yaşlansın... Çiftler birbirlerine, dudaklardan abıhayat sunmalılar diye düşünmüşümdür... Dudaklarından nefeslenip, oradan almalıyım hayatı içime...

Suni teneffüs değil, hakiki nefes alış bu...

Yine o dudaklarından kelime kelime, yaşam sevincim dökülmeli, inan hiçbirini ziyan etmeden, ekmek kırığı hassasiyetinde çekerdim içime...

Sana doymuyorum, doyumsuzum, arsızım sevgilim… Benim doyumsuzluğum, oburluğum, arsızlığım şu yalan dünyanın, nimetleri içinde işte sana bu denli tutkulu, arzulu, aşkla yoğrulu…

Böyle bir kadınla hayatı paylaşan bir adam, nasıl yaşlansın? Söyle Rüveyda,

En güzel şarkıları, en güzel sözleri bana söyleyin. Bazen ruhuma huzur zerk eden bir ninni, bazen de tüm hücrelerimi dipdiri eden, soğuk denize aniden atılan biri gibi zinde kılın beni, zinde kılın ki o dirilik sizi de baştan çıkartsın...

Ah Kalbim,

Bir cümlen ile nasıl da pimi çekilmeye hazır bomba gibi kışkırtılıyorum...

Benim satırlarca yazdığım lüzumsuz cümleler, senden gelen iki cümle ile yerle yeksan oluyor, savruluyor, dağılıyor... Tadını kokunu bilmediğim kadınım. desem, masal bu ya dedim işte, cüretimi bağışla... Titreyen ruhumun, aksisedası, parmaklarımın hâlini görmelisin, meltemde üşüyen tir tir titreyen yapraktan farksızım.

Sevgili,

Mektuplarımda hiç bahsettim mi bilmiyorum. Hayatımda hiç ata binmedim ama atları hep hayranlıkla seyrettim. Belki biraz ürkek, biraz da uzaktım atlara... Hele şu dağlarda gruplar hâlinde yelelerini savurarak özgürce koşan, gem vurulmaz atlar... Özgürlük ve sadakat simgesi atlar.

Ve kısrak.
Ve gem vurulmaz kısrağa benzeyen kadın!
İkisi de dişi/dişli...
Nefs gibi, ama nefis...

Hem çok zor hem de vazgeçemiyoruz işte, kadınlardan ve elbette ben de senden. Ruhumu okşuyor, ruhumda raks ediyor, rüzgâra salınmış yele (pelerin) gibi... Kaçıyormuş gibi yapıyorsun ama ilgisiz hiç değilsin.

Sürmeli gözlerin yere baksa da bakar gibi yapsa da hep üstümde, kalbimi hedef almış. İlgi çekme taktiği mi, nazlı bir cilve mi? İnsana en yakın canlılardan atlar, yunus balığı gibi... Yunus ısırmaz ama at çifte atar, şaha kalkar. Kadın gibi; zor yani...

Şair:

Atlara ve uzaklara hayrandım.[¹] der.

Evet, atlar uzaklara götüren, uzaklığı çağrıştıran, uzaklardan gelen ve getiren. Bir seni bana, beni sana getirmeyen atlar… 

Hayalinin dibine düşmeye can atan bir adam...


[¹] İsmet Özel





27 Ekim 2017 Cuma

Ölüm nedir ?

Değerli kardeşimiz,

Sonsuz ilâhî fiillerden birisi, imate; yani, ölümü tattırma; ruhun bedendeki tasarrufuna son verme.
Ruh, Allah’ın en mükemmel, en harika ve en bilinmez eseri. Muhyi (hayat verici) isminin tecellisiyle hayat nimetine kavuşmuş. Bu nimet ve şeref artık ondan ebediyen geri alınmayacak. Kabirde de, mahşerde de, cennet veya cehennemde de devam edecektir.

Ruhu yaratmak gibi, her ruha uygun bir beden inşa etmek de Allah’ın en hikmetli ve rahmetli bir icraatı. İşte ölüm kanunuyla o misafir ruh, bedenden soyuluyor, süzülüyor ve kendine mahsus bir başka âleme göç ediyor.

Nur Külliyatı'nda ölüm için getirilen birbirinden güzel tariflerden birisi:

“Mevt, vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekândır, bir tahvil-i vücuttur...” (Mektûbat)

Ve yine ölüm hakkında ince bir tespit:

“Nasıl ki hayatın dünyaya gelmesi bir halk ve takdir iledir. Öyle de dünyadan gitmesi de bir halk ve takdir ile, bir hikmet ve tedbir iledir.” (Mektûbat)

Bir asker adayı için hem kıtasına teslim olduğunda, hem de terhis edildiğinde birtakım kayıtlar tutulur, işlemler yapılır. Askere kayıt da bir fiil, askerden terhis de... İşte yukarıdaki ifadelerde bu incelik nazarımıza sunuluyor. Hayat, ihya fiiline dayandığı gibi, ölüm de imate fiiline dayanıyor. İkisi de ayrı birer ilâhî ismin tecellisine hizmet ediyorlar.

İhya fiiliyle cansız elementler hayata kavuşurken, imate fiiliyle de bu beraberliğe son veriliyor. Canlı hücreler, yerlerini kademeli olarak yeni elementlere bırakıyorlar.

Nur Külliyatı'nda, çekirdeklerin ölümleriyle sümbül hayatına geçtikleri, ölümün de hayat kadar bir nimet olduğu güzelce izah edilir. Biz de bu müjdeli haberi hayalimizde genişletiyor ve görüyoruz ki, her ölümü bir diriliş takip ediyor ve ikinci safhalar birincilerden daha mükemmel. “Nutfe” safhası biterken “alâka” yani kan pıhtısı devreye giriyor. “Alâka”nın işi bitince sıra “mudga”ya yani et parçası geliyor.

Kâinatın yaratılış safhalarında da bunu görüyoruz, bir sonraki safha öncekinden daha mükemmel.

Bütün bu rahmet ve hikmet tecellileri bize, kabir âleminin dünyadan, âhiretin de kabir âleminden daha güzel ve daha mükemmel olduğunu ders veriyorlar.

O halde ölüm, yeni bir mükemmele atılan adımın adı. Onu kabir âlemi takip edecek ve diriliş hadisesiyle, insan yeniden beden-ruh beraberliğine kavuşacak.

Ölümü ve imateyi böylece değerlendiren insan, “Ölümü gülerek karşılar.”

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet


26 Ekim 2017 Perşembe

Sizden...



''Üzerime çöken karanlık değil de 
Sen olsan....
Yudum yudum içsem seni...
Hiç doymayacak gibi,
Hiç bitmeyecek gibi 
Ve sen hiç gitmeyecekmişsin gibi...

Ne bileyim, alın yazım olsan ya da...
Kaderim baştan yazılsa.
Yeni doğmuşum gibi,
Senin olmuşum gibi..
Ve biz hep koyun koyuna 
Uyuyacakmışız gibi...

Ya da yeniden karşılaşsak 
Yolda aniden, aynı şehirde 
Farklı semtlerde olsak
Hep karşılaşacakmışız gibi,
Her pazar buluşacakmışız gibi,
Ve hiç ayrilmayacamışız gibi...

Hiç olmazsa bir kere denk gelsek
Ikimizde farklı apayrı bir şehirde.
Ne senin ne benim şehrim.
Iki yeni aşık gibi....
Bitmeyen bir tutku gibi
En azından bir çay bahçesinde 
Iki mahcup liseli gibi...''

***

'' Öpüyorum
Başka türlü öpemiyorum affet ...''

***

''Ben bu adama ne şiirler yakarım, ben bu adama geçmişimi hatta geleceğimi yakarım...
Ben bu adama ömrümü sal yapıp cehennemi aşarım...

Ve ben öyle bir adama aşığım ki;
Yere koysam almıyor göğe koysam sığmıyor, elleri bahar değdiği yeri cennet ediyor. Gözleri deniz meltemi çorak toprakları canlandırıyor. Ve dudakları; tarih boyunca susuzluktan kurumuş,kül olmuş bütün kadınlacanlandırıyor.
Sesine saray bahçelerinden azat olmuş bülbüller bile imreniyor...''

***

''zemheri karanlık burası 
göz gözü görmüyor 
sadece köpek sesleri
sinir bozucu karanlığı 
delip geçiyor...
kasvetli bir yağmur 
yerdeki çakıl taşlarıyla 
ahenk içinde 
nasıl bir melodi çıkıyor
bu serseri ikiliden 
canı yanan üzerine alsın 
kalbi ağrıyan ritim tutsun
esmiyor; rüzgardan ses seda yok
terk etmiş geceyi
yıldızları karanlık bulutlara 
mahkum edercesine
Ne gece ama; 
bir sensizlik sarmış beni
duyman lazım 
içimdeki çıldırtıcı siren sesini
Can havliyle yazıyorum sana 
Sevgimi kusarcasina....
Oku bunları ne okur,
Hatta canımı da oku
Bedenimi oku 
Sonra şiir yaz bana yüzüme yüzüme oku
Canıma canıma kastedercesine
Izindeyim, golgen bana cennetlik 
Sür elini sacima kapkara bahtım 
Çözülsün
Ahhhhh cancagzim
Dizinde sonsuz uykuya 
Neler vermezdim...''

***

''Çok soğuk burası 
Yanına al beni
Koynuna, kucağına, kalbine yada
Ne bileyim işte
Isit beni, kalbimi ısıttığın gibi
Isıt bedenimi
Burası dağ başı, 
Burası koca bir köy 
Burası soğuk hem de zemheri 
Ama senin yanın,
Senin yanın öyle mi?
Senin yanın cennet bahçesi
Senin yanın yılın en güzel mevsimi
Senin yanın tropikal yaz yağışı 
Senin yanin muson yağmuru 
Bütün güzellikler sen de toplanmışken
Ben senden, Senin nefesinden uzağım 
Sana dokunamuyor  ellerim 
Saramıyor seni kollarim....
Ah der geçerim buna csncagzim
Ama içim öyle mi,
Yedi yirmi dört söyler seni, 
Her gece sabaha inat ister seni
Her kış yaz gibi özler seni...''

25 Ekim 2017 Çarşamba

Düşüyorum Hayatın Ellerinden

''..düşüyorum hayatın ellerinden!'' 
en çok da geceleri...
yabancı sesler çepeçevre sarıyor ruhumu,
gölgeler kesiyor yolumu,
duvarlarda cirit atıyor,
sessizliğin ayak sesleri... 
sahte tebessümlerim,
yorgun düşüyor yastığımın, 
ıslak köşesine... 
yanağımı okşayan yastığımla,
teselliyi bulurken, 
piyano tuşları, kulaklarıma;
yeni bir hüznü fısıldıyor..! 
ağır aksak gibi görünen,
aslında hızlı akan zamanların, 
açık kalmış ağzının kenarında,
bir kuyuya düşecekmişim gibi apansızca, 
yavaş yavaş eriten şarkıları,
erimeyen hüznüme ekleyerek, 
söylenmedik kelimeleri,
içimin avazlarına hapsederek, 
dibin dibine düşüp kaybolmak istediğim zamanlar
Cem Adrian dinlerim hep...
sakın siz de benim gibi yapmayın ! 
sakın şarkılar eşliğinde binlerce kez ölmeyin..!



23 Ekim 2017 Pazartesi

Rüveyda'ya mektuplar (16)




                        eskici eskici, alsana beni!
çok para etmem korkma, alsana beni! eskici eskici, götürsene beni!
kadir kıymet bilen o eski yıllara!


Sevgili Rüveyda,

İnsanlar, insanların aptal olanlarından kaçarlar; erkekler, çok güçlü kadınlardan!

Ne hızlı bir mektup başlangıcı oldu değil mi? Damdan düşer gibi...

Bu kez seni, kendisine çok güvenen, kendinden emin, özgüveni yüksek biri olarak hayal ediyorum... Bu beni ürkütüyor, susturuyor sanki...

Senin sultani bir havan olsa, ses renginde insana hem huzur veren bir ahenk, hem de yine o kahrolası özgüven, sanırım bu her erkeğin arzu edebileceği şey değil. Şimdi, bir şiir dinlemek vardı sesinden, Şimdi, o şiire sarılıp uyumak vardı... Sokaklar eskisi gibi üşümüyor diye, Beni de öyle sanma!

Biz erkekler hâkim olmayı severiz hayata ve o hayatın mayası olan kadına... Yine o hâkimiyetin içinde çocuk yanımızla teslim olmayı da severiz. Boşuna dememiş Alexis Carrel, İnsan bu meçhul diye...

Yalnızca biyolojimiz karışık bir ahenk değil, kilometrelerce damar ve bu damarlara giydirilmiş incecik deriden bir elbise gibi. Hem ruhen hem bedenen bu yüzyılda bile birçok konuda çözülememiş meçhuller manzumesi insan… Ve o insanlar arasında çözülüp anlaşılması en zor kılınanı kadın… Kadın bazen annemiz, bazen kızımız.

Kaybettiğimiz annemizin şefkat koynunu, bir kadının göğsünde, saçlarımız okşanırken hatta ağlarken yaşamak bize göredir. İsteriz ki o anda, gözyaşlarımız silinsin, Kıyamam sana, canım. melodileri çalınsın...

Bazen de kızımız...
Küçük bir kız çocuğuna verdiğimiz şefkat ile kadınımızın zayıf kalmışlıklarına şifa olmayı isteriz. Sanki kış ortasında sokakta titreyen yavru bir kedi... Kadın miyavlasın, biz koynumuzda ısıtalım, Ah kedicik, gel bakayım pisicik! Bilmişlik taslayan, erkeğinde sürekli eksikler görüp bunu başa kakan kadını ise çoktan gömmüşüzdür de, haberi olmaz! Sanır ki artık biz o evde birlikte yaşıyor, birlikte sevişiyoruz. Ha bir ceset ha biz!

En bilge/zeki kadın, erkeğine cahil görünen demeyelim de çok bilgili görünmemeyi başaran ve fakat erkeği kendisinden cahilse; ona su gibi şekil vermesini bilen kadındır. Ama hangi kadın kendisinden geride bir adama razı olsun ki… Bilirsiniz sular, en sert kayalara bile zamanla şekil verir. Bir kadın da güzel, sabırlı huyu ile erkeğine yön verebilir, yeter ki istesin.

Sevgili Rüveyda,

Bilmiyorum, içimdekileri kaleme döküp anlatabiliyor muyum dersin?

Belki beni karmaşık buluyor belki de labirentin içinde sıkışmış hissi ile Ne zor adam! diyorsun. Aslında her zaman (özelimi) karşımdaki kadına, (insanlara) şifre gibi sunan biriyimdir.

Everest’i keşfe çıkma zorluğu yaşatmam, bu keşif meselesini yalnızca duygusal alanın cinsellik kısmına saklarım. Orada, karşılıklı ve uzun bir keşif güzel olur; bir ülkeyi gezer gibi. Yüksek tepelerinden, ovalarına, kıvrımlı yamaçlarına, akarsularına, kuyu ve kuytularına varıncaya dek... Define aramaya çıkmış bir kâşif gibi... Ruhun ve bedenin (G) noktalarını sabırlı bir eda ile hiç aceleye getirmeden Almanların (Genißen) dedikleri gibi...

Bir piyanist edasıyla, bestenin en iyi icrası adına, doğru tuşa, doğru zamanda dokunuş...

Bir arkadaşım sormuştu; Evlilikte cinsellik diye sorsam, tek cümle ile ne dersin? diye. Ona : Her şey değil, ama çok şey. demiştim. Cinsel kenetleniş, cinsel uyum, eşleri birbirlerine çok daha yakın eder, aralarındaki bağa, sıkı bir kör düğüm olur.

Sevgili,

Mektubumun bu noktasında kendime tebessüm ettim. İyi ki dedim… Sultani özgüveni yüksek bir kadından ürküyormuşum! Baksana bu ürkme ile neler döküldü sadrımdan satırlara... Sözün tesirlisi kısa ve söyleyen tarafından samimi inanılarak sarf edilendir, deyip bu mektubuma da öpücüklerimle imzamı atayım. 

Sultani kadına bende bir Murat


21 Ekim 2017 Cumartesi

Sizden gelenler (21.10.17)

''Sevgili Rüveyda, 
Sevmek özgürlük, sevmek tutsaklık...''

***

''Sen benim yürüdüğüm en uzun yolsun. 
Yokuşların bile zevk veriyor.
İnişlerde bile tadını çıkarabiliyorum...
Vardığım son nokta olman için ne adaklar adadım bir bilsen...
İsmini sayıklarken bile müthiş bir lezzet alıyor dilim. 
Göz kapaklarım gözlerime inen siyah bir şerit değil, bana senin suretini sunan enfes bir yeşilçam perdesi...
Seni görmenin lüksünü uyurken yaşıyorum. 
Rüyalarıma girer kanımda cirit atarsın. 
Sen benim, sen benim, sen benim ulaşamayıp ama sahip olduğum tek arzumsun...''

***

''İsminin Gözlerime Getirdiği Mevsim, 
Gözlerime Hep Sağanak Yağmurlar Yağdırır, 
Uyku Girmez Gözlerime Gözlerim Değmeden Cümlelerine...
Her Bakışın Hasreti İşlerken Yüreğime,
Özlerken de Özlerim...
Özlemlerim Uyurken Gecenin Kollarında,
Sesinin Tınısına Bürünür Sevdam...
Her Güne Senli Düşlerden Uyanırım,
Gözbebeklerime Dokunur Bakışların,
Özlemini Damıtarak Ruhumun Kıvrımlarına,
Devam Ederim Kendime Bu Masalı Anlatmaya...

İsterdim ki; Gülüşlerim Parçalanmadan, 
Gözbebeklerimde Sevinçlerim Sönmeden Sana Ait Olsun,
Parmakların Ben Koksun,
Saçlarım Avuç İçlerinde Büyüsün...
İsterdim ki; Hiç Kimseden Gizlemeden,
Çekinmeden,
Arsız ve Umarsızca Haykırayım Aşkımı...

Sen Benim Her Gece Kendime Anlattığım,
En Gerçek Masalımsın...
Hiçliğin Sonsuzluğunda Tek Varlığım,
Varlığımın Tek Anlamısın...
Doymuyor Ruhum Sesini Duymadıkça,
Bana Bakmadıkça...
Beni Sevdin mi Bilmiyorum Ama, 
İnan Sen Çok Güzel Sevildin,
Ve Sen Çok Güzel Özledin...

Biliyorum,,
Sen Şimdi Uzaklarda Özlediğim,
Hasretini Çektiğim Birisin...
Evet,
Uzaklarda Olabilirsin,
Ellerinden Tutamıyor da Olabilirim,
Ama Bunlar Seni Sevmeme Engel Değil...
Ben Seni Seviyorum,
Ötesi Yok... 
Sonsuz Seviyorum,
Ölçüsü Yok... 
Seni Tan Yerinde,
Gün Batımında,
Seni Uykularımda, 
Seni Rüyalarımda Seviyorum,
Ve Aklımı Serbest Bırakıyorum Bu Gece...
Duygularımın Zincirlerini Çözüyorum,
Kırıyorum Prangaları,
İçimdeki Sızılara Aldırmadan,
Yüreğimin Kilidini Kırarak,
Canımı Sana Yaslayarak,
Sevdamla Kalbinde Buluşarak 
Deli Deli Tüm Hücrelerinde Dolaşarak,
Sevgimi Haykırırıyorum Suçluluk Duymadan,
Sevmek İstiyorum Çılgınca Seni...''

***

''Gözleri zemheri karanlık
insanlar sevilmeli....
Bir dipsiz kuyuda can cekisir onlar
Matemdir onlarin icleri
Bilinmez ki onlardır asıl yangın yeri 
Ve sırf bu yüzden cancagzim
Onlar aşk kulvarında 
Hep bir adım önde gitmeli
Kasıp kavurmalı onların cesareti 
Haz pistlerini
Öpünce geçmez onların yaraları 
Hunharca emilmeli 
Içindeki zehr-i şevk atılmalı 
Sadece dudaklarıyla değil
Onlarla kapleriyle de sevişmeli...''







20 Ekim 2017 Cuma

Nasılsın ?


Eskiler, birisine hal-hatır sordukları zaman;

1- Allah ile aran nasıl?
2- Halin, sağlığın, geçimin nasıldır,inşallah (her iki şıkta da) bir sıkıntın yoktur, anlamında sahici, esastan ve samimice sorarlarmış.
O zamanlar telefon vs. iletişim araçları da olmadığı için, bunu bizzat göz göze, gönül gönüle yaparlarmış.

Ve muhataplarının,bir derdi var ve olur da bunu saklamaya çalışırlarsa diye, rikkatli ve dikkatlice yaparlarmış. Yani alıcıları açık bir halet-i ruhiye ile,müşfik ve şefkatli...

Günümüzde, sun'i de olsa, hal-hatır sormanın unutulduğu, ihmal edildiği, ya da İnternet üzerinden, emorjilerin duygusuna (!) terk edilmiş bir selam kaldı..!

Modern zamanlar,''nasılsın''ı bile Çin malı seviyesine düşürdü...İnsanlığın başı sağolsun..!

*

''Nasılsın ?''

''İyi değilim..!'' dediğimde çare için çabalayacaksan, halimi,ahvalimi sor; diyeceğim de; demiyeyim en iyisi...

İyiyim...(Ne komik, kendi notunu kendisi veren talebe gibi...! Bunda derin nükte var, bilesin ! İşbu sebeple, iyi miydim, ölürken anlayacağım...!)






19 Ekim 2017 Perşembe

sana demleniyor şimdi tüm dizeler...


sana demleniyor şimdi tüm dizeler,
çırpınıyor ne kadar varsa,kelimeler
''ah bahar!'' diye inlemekteler,
sen hazanın halinden anlar mısın..?

gülüşlerin düşerken şu yaralı yüreğime
veda ile merhaba nasıl sevişir ki...?
sana demleniyor şimdi tüm dizeler,
yangınlarda bak şimdi isyankâr mısralar...

sana demleniyor şimdi tüm dizeler,
sana yazılmış tüm güfteler,
seni söylüyor gün batımı rengi nağmeler
ve bize ağlaşır kelebekler,
ve bize ağlaşır kelebekler...



18 Ekim 2017 Çarşamba

Rüveyda'ya mektuplar (15)



















                kelebektir diye,
             hafiftir sanma!
          an gelir,
       ona da kanatları ağır gelir!

Sevgili Rüveyda,

Günlerden bir gün hangi gün olduğunun çok önemi yok. Adına hasret diyelim. Yer Dünya, şehir Sürgün… Ve Sürgün şehirde senin gurbetinde yenisi eskitilme bir sabaha uyanmış, yetimliğin gölgesinde mahrum bir adam… Sokaklar henüz sessiz. Uzunca süre yatağımda döndüm, yanımdaki radyoyu açtım. Belki bir şeyler dinlerken uyurum dedim, olmadı. Koskoca yatakta kayboldum. Solumda radyo/ CD çalar yerine sen olmalı değil miydin? Sesler radyodan değil senden kulağıma gelmeliydi değil mi? Bu saatlerde sen uyurdun, ben sessizce senin seyrine dalardım. Bir çocuğun masumiyetinde seni… İçimden öpmek gelirdi, ama kıyamazdım uyanırsın diye.

Belki sonra usulca kalkar, kahvaltıyı hazırlardım. Kedi sessizliğinde her şey tamam olunca yine yatağa girer, çayın dem alma durumuna göre seninle oynamaya başlardım. Bir ressamın tuvaline keyifle bir fırça daha dokundurması gibi, bir piyanistin, tuşlarda yeni bir besteyi araması gibi, saçlarına, yanağına, dudaklarına dokunurdum… Bilirdim uykuyu sevsen de beni daha çok sevdiğinden kızamazdın. Zaten sen bana, hiçbir eylemimde kızmayan, kırılmayan, kırmayanımsın. Asil ruhunu bile isteye incitmeyeceğimi zaten bilirsin.

Bu dokunuşlarım seni uyandırmaya yetmeyince, dudaklarım girerdi devreye… Ah nasıl da öpülesi dudakların var Rüveyda… Fazlasını yazmayacağım. Sen anlarsın… Sonrası mutlulukla ilgisi olan kahvaltıyı mutlu kahvaltı yapan bir kadının huzur verici varlığıdır. Kahvaltı hazırlamak için mutfağa gittiğinde her şeyi hazır görüp, hemen yanıma koşup güreşirdin benimle, teşekkür ederken…

Böyle başladı işte pazar sabahım, Dünya’nın Sürgün isimli şehrinde… Bugün Kent Park’a gidemem sanırım, havada sağanak… Seninle açılan gözlerim, seni düşünerek dinlenen şarkılar.

Seni düşündüğüm zamanlarda sanki gökkuşağının renkleri arasında seksek oynayan bir çocuk oluyorum. Yeryüzündeki tüm bayram sevinçlerini ben kuşanıyorum. An geliyor, grinin bütün tonları arasına sıkışıp kalıyor, nefes alamıyorum... Kâinatın tüm kederleri ruhuma kelepçe oluyor.

Böyle zamanları, rüzgâr yoluyla senin bana gönderdiğini, yani senin ruh hâlinin yansımasına yoruyorum... Orada uzaklarda bir yerde sen iyiysen, ben iyi oluyorum. Sen sisliysen ben de boğuluyorum Kalbim…

Senin hep ve her zaman iyi olman lazım. Bana senden çok iyiliğin lazım. Bana nefes sensin… Nefesin her zaman bahar tazeliğinde ve rengârenk değsin kalbimin penceresine, meltem esintisinde…

Sevgi büyük ve güçlü olduğu zaman, mesafeler yalnızca küçük bir ayrıntıdan başka bir anlam taşımaz. Ama hangi sevgi? Bildik, nefsani, arka planında menfaat saklayan sevgilerden söz etmiyorum... Gündüz çilingir,

gece hırsızdır bazı hisler...[¹]

Geceleri zaaflarımız, hasretlerimiz daha ayan, şeffaf ve itiraza mahalsiz, zayıf…

Sen orada kötü bir gece geçirdiğin zaman ben burada mışıl mışıl huzurla deliksiz uyuyorsam, kâbuslar görmüyorsam, gecenin bir yarısı adını sayıklayarak uykumdan ter içinde fırlamıyorsam, uyandığımda seni düşünerek ağlamıyorsam, acaba şimdi nasıl, güven ve huzurla uyuyor mudur, diye merakta kalmıyorsam; senin orada eline iğne batsa, burada kalbime diken saplanmış bir acıyı yaşamıyorsam, yeterince sevmemişim demektir...  

Uzunca yazamam,
belki okurken yorulursun diye aklım çıkıyor.[²]

Çoğunlukla yazdığım mektupları yırtıp sana kısaltılmış olarak özetliyorum ruhumun hasretlerini... İnsan sevdiğini duygularıyla, sevgisiyle bile yormamalı... Olur ki benim sana karşı duygularım yoğun ve aşırı kuvvetliyken senin farklı bir ruh hâline tesadüf eder de sıkılabilirsin o coşkunluğumdan... Severken bile (içimizde çok kuvvetli yaşasak dahi) muhatabımıza ölçülü yansıtmalıyız diye düşünüyorum. Şımarırken saçmalarken severken öfkelenirken... Hep bir ölçü içinde yansıtmak ciddi bir sanat bence...

Yük olmamalı insan, severken bile... Sevilen sevenin gönlüne yük olmaz, sevilene yük olma kaygısını her dem taşımalı... Şimdi yetim çocuk kimliğimin daha çok canlandığı saatler, bilirsin, gece... Geççe, varlığınla hiç geçmese... Bu demlerde göğsüne saklasam yüzümü, hüznümü.

Rüveyda,

Tarifi zor cümleler mayalanır duru içimde.
Hiç söylenmemiş bir şarkı gibi
Hiç yazılmamış bir şiir belki de…

Bu şarkılar, şiirler yok mu? İnsanın duygularını köreltmesine de izin vermiyorlar... Yine sözü uzatıp seni yordum... Bir başka şair sözü ile bu mektubuma virgül:

Uyanınca,
Yanında yalnızlığın uyuduğunu görmek...
Ne kutlu acı![³]

Kutlu acına müptela bir Murat

[¹] Kanarya Banu Dağ
[²] Cemal Safi
[³] Nilgün Marmara







kelepir 36






17 Ekim 2017 Salı

Sizden gelenler (17.10.17)

''Sevgilim;
Bana benden uzak yarim.
Koynuna alamadığın ruveyda ben miyim?
Seni geceler boyu düşlerimde yasatıp, gündüzleri bağrıma taş basarım...
Bana benim dilime şiir oku...
Benim dilimle oksa tenimi
Dokundugun yerler nergis bahçesi. 
Göğsünde barınmalıyım
Dilinle sula kalbimi...
Sevgilim;
Ellerimi uzatıp da yakalayamadığım,
Sabahlar boyu pencerede gündüz avlayan Rüveyda ben miyim?
Sana tüm benligimi sunmaya yeltensem doymam bilirsin.
Seni mutlu etme düşleri kurup, 
Gece buz gibi yatağımda kıvranırken görsen delirirsin.
Sevgilim;
Seni seyre dalarken kendi kabuslarını hiçe sayan
Rüveyda ben miyim?
En sevdiğim gerceğimsin.
Ve bilhassa sesinle kalbimi 
Dizginlerken,
Sana dokunmaya çalışırken, 
Dokunamak nasıl öldürücü bilir misin?
Mavi boncuğum, ay ışığım,
Ben acizim, seni sevmeye aşığıyım... ''

***

''Yüreğimin Bütün Sözcüklerini Kullanıp,
Çekingen Harflerimle Bende ki Onu Tarif Etmeye Çalıştım...
.......
Ne Kadar Kaçarsam Kaçayım Ondan,
Ne Kadar Terketsem de Umutlarımı,
Her Gün Hasretinin Dayanılmaz Sancısı Sardı Beni...
Ateşler Yandı İçimde,
Arttı Kalp Atışlarım,
Prangaları Kırıldı,
Zincirleri Koptu Yüreğimde,
Yağmur Olup Yağdım,
Rüzgar Olup Ona Koştum...
Oysa En Başından Beri Biliyordum, 
Sevmemişti Beni,
Ama Aldırmıyordum, 
Beni Ona Sürükleyen Bir Akıntı Vardı,
Girdabında Kayboluyordum...
Hoyrat Bir Esintiyle Geldi,
İşledi En Derin İçlerime,
Baş Eğmez Gururumu Yerlere Attı...
İtiraf Ediyorum, 
Yenildim Ona...
Hayır...!
Aşk Acısı Değil Çektiğim,
Pişmanlık da Değil Duyduğum,
Olması Gerekiyordu Oldu İşte,
Kimseyi Yolundan Döndürmeye Gücüm Yok,
........
Pişmanlık Duymuyorum Kendi Adıma...
Şimdi Ondan Bana Emanet "Bir Sevda Masalı" Var Dilimde...
Bir Ömür Gelmese de,
Acımı Bilmese de Hissedecek Gözbebeklerim Bakışlarını,
Ellerim Üşüyecek,
Tenim Titreyecek,
Ağlarken Gözlerim Kirpikleri Batacak Yüreğime...
Geceler Bitmeyecek,
Hep Karanlık Kalacak,
Saatler Sabahı Gösterdiğinde Güneş Doğmayacak,
Her Tarafımda Yokluğu Esecek...
Kirpiklerime Her Dokunduğunda, 
Sızılarım Yeniden Saracak Yüreğimi,
........
Ama Direneceğim Yokluğuna...
Bütün Işıklar Sönüp Gece Sabaha Dönerken,
Gözlerim Günü Teslim Ederken Düne,
Irmak Olup Taşacak,
Hazan Olup Hüzünleneceğim...''

*

''Umarım Blog Okuyucuları Rüveyda Serisine Şiir Gönderenleri Yanlış Analiz Etmezler, 
Ki Ben Etmiyorum...
Ne Yazanların Yazdıklarını Okuyup "Acaba?" Diyorum,
Ne de "Kim bilir?"
Bende Yazdığım Zaman Lütfen Kimse "Acaba?" Demesin,
"Kim bilir" de...
Çünkü Ben Murat Beyin Aşık Olacağı En Son Kadın Bile Değilim...

Ve Diyorum ki; İnsan Bir Kere Aşık Olur,
Eğer İkincisi Varsa İlki de Aşk Değildir, 
Sonrakilerde...
Ve Ben Bir Defa Aşık Olup,
Bir Defa Ölümüne Sevmişim...
Ondan Öncesi Yoktu,
Sonrası mı?
Mümkün Değil...!
Ben Her Sabah Uyanınca,
Yokluğu Buralarda, 
Varlığı Çok Uzaklarda Olsa da,
Önce Onun Yokluğuna Sarılır,
Sessizliğini Dinlerim...
Bana Bıraktığın Yalnızlığı,
Odama Süzülen Hayalini Severim...
Üzerime Doğan Her Günün Sabahında, 
Bir Kez Daha, 
Bir Kez Daha Onu Severim...
Ben Yalnız Onu, 
Bir Tek Onu, 
Ancak Onu Severim...

Ben Samimiyetle Kaleme Alınmış Bir Aşk Arayışını Okuyorum,
Kalemim Yazdığınca Katkıda Bulunuyorum, Hepsi Bu...''

***

''Kürdi makamlar geliyor aklıma
Sen bana bakınca 
Buruk bir hava ardın sıra coşuyor 
Dünyam 
Bedenim ruhumla raks ediyor 
Can havliyle sarılıyorum eşgaline
Derdim devam da bir olunca 
Tırnağıma kadar sen oluyorum...''

***

''Seni düşündüğüm zaman solum katliam, sağım bayram olur.
Gök mavi yer yeşilken, her taraf birden aşk kırmızı oluverir. 
Seni düşünürken boğazım bir kaç düğüm düğümlenir. 
Halka halka oluyor gülüşlerim....
Senden oduğum her söz ilaçtır bütün yaralarıma. 
Bir tebessüm ettiğini görsem bile kafi. Senin yüreğinden kalemine dökülen her sözün benim bütün kanamalı damarlarıma işler. Hücre hücre seninle beslenirim, sen bilmezsin; benim aynadaki suretimsin...''






16 Ekim 2017 Pazartesi

Rüveyda'ya mektuplar (14)



















         insan bir kere kaçırmaya görsün ipin ucunu, kaybetmeler sonsuzluklara uzanır, yitip giden uçurtmalar gibi...


Sevgili Rüveyda,

Bugün Pazar. Sağanak yağmur yağıyor. Hayır, gözlerimden değil, gökyüzünden… Gri bulutlar hüzünlü yine… Yağmur seslerini bir melodiyi dinler gibi dinliyorum, öyle güzel ki huzur dolu.

İnsanlar günlük koşturmacada, politikada, mitinglerde.

Kimileri polise taş atıyor, kimileri tweet...

Bense dört duvar ardında seni düşüyorum yağmur eşliğinde...

Eski bir şarkı geliyor aklıma: Yağmurun sesine bak/Aşka davet ediyor...

Bugün pazar ve sen yine yoksun…

Bugün pazar ve yağmur altında sırılsıklam oldu ruhum.

Sevgili,

Bazen donuklaşıyor ruhum. Umutsuzluk bulutlarının gönül ülkemin üzerinde fazla yoğunlaşmasından mıdır bilmiyorum, böyle zamanlarda yazmak zor geliyor hatta yaşamak da...

Bir Rüveyda Masalı şiirimi anneme okudum, okuduğuma da pişman oldum. Ağladı. Bir daha ona şiir okumayacağım.

O da bazen şarkı söyler, ben de ağlamamak için işi şakaya vurur, o bildik şaklabanlıklarımla onun hüzün  kuyusuna düşmesini ustaca engellerim. O artık ilk başa döndü, çocukluk mevsimine... O yüzden kandırmak zor olmuyor. Hüzün kuyusunun ne olduğunu sen bilir misin Rüveyda? Hiç bilme, biliyorsan da sakın orada kalma heveslisi olma. Bir kitapta okumuştum: Geçmişin, sizi üzen karelerini silin, silemezseniz de yaşadığınız ana taşımayın. Ne geçmişin keder veren anılarını, ne de gelecek kaygısını ân’a taşımamalı insan. Sen olsaydın, geçmiş ruhuma sarmaşık gibi dolanabilir miydi? Yokluğun sebep bu melali cüretkâr hâlime…

Şu kısacık hayat, bu kadar hoyratça heba edilecek kadar kıymetsiz değil.

Hepimizin hayatında, yüreğimizde derin acılar bırakacak anılar vardır, ya da birçoğumuzun. İnsan öyle bir noktaya gelir ki acılara alışmanın ötesinde, acılardan keyif almaya başlıyor. Bu depresyona giriş kapısıdır ki insanların çoğu ya bu tehlikenin farkında değil ya da umursamaz... Yaşama sevinci, ibadet sevinci... Lezzet almak, güzel görüp güzeli fikir olarak benimsemek ve beslemek…

Keşke bunları yazan bendeniz, bunları uygulamada mahir olabilseydim... Keşke yaralarımı sarabilseydim sana başlamadan önce; gel ki silinsin geçmişe dair ne varsa, gel ki taze bir başlangıcı olsun ömrümün.

içimde taşırım seni yaralı bir kuş gibi...[¹]

Bazılarımız karşı cinsi, bir sevdayı; bazılarımız hüznü ya da maziyi...

Taşımak zorunda olduklarımızın altında ezilirsek ezilmişsek; yaşayan bir ölüden farkımız kalmaz. Ve insanlar, çevremiz, bu hâlimizi anlamaz. Sanırlar ki biz de onlar gibi hayata tutunmuşuz, bir hayat gayemiz var, ideallerimiz için çabalıyoruz. Heyhat!

Kalbim,

Bugün yine seni çok göresim geldi, hatta bu arzu oldukça şiddetlendi. Ressam ne güzel demiş: ben gördüğüm her şeyi çizebilirim Andrea, her şeyi. Ama onun yüzünü çizemiyorum...[²]

Çizilemeyen, erişilemeyen hazlar, lezzetler gibi bazı simalar...

Seni rüyamda gördüm sevdiğim, hayal meyal... Uyandığım ilk saniyeler yüzün netti, dakikalar içinde flulaştı, sisler arasında uzaklaştı ve şimdi kendimi o kadar zorlamama rağmen hiçbir iz yok! Bu nasıl bir şeydir, nasıl bir bilmecedir? Sana onca aşinalığımla olacak şey mi? Oluyor işte...

Ceylan bakışlım,

Bu hayatta olmaz dediğimiz neler oldu da bir sen, bir seninle karşılaştırmadı kader bizi... Bir defacık karşılaşsaydık, bir defa gözlerini görseydim, bana bakışlarını... O anda acaba kim kimden utanır, bakışları ayakuçlarına düşerdi, titrek bir yaprak gibi...

Hele seni kucakladığımı, sarıldığımızı düşünmek bile istemiyorum. Yalan söylüyorum, en çok da bu anı düşünüyorum. Boynuna düşen saçlarının arasına saklıyorum yüzümü, hiç ayrılmamacasına... Nasıl da güzel kokuyorsun, bu koku hangi çiçekte var?

Gördün mü Rüveyda?

İnsanın yaşam sevinci, bir Rüveyda’sı olunca, geçmişin acılarını oldukları yerde bırakıp dondurmak, bu ana taşımamak mümkün olabiliyor...

Geçmiş, zaman zaman penceremize konan bir kuş olsa da perdeleri çekerek yanan sobanın ateşi karşısında sevdiğimizi sevgiyle anmayı sürdürebiliriz.

Hem geçmişte söz gelimi, kaybettiğimiz, toprağa verdiğimiz biriyse o bizim böyle yapmamızı istemezdi; kendi yokluğu ile hayatımızı haczetmemize asla razı olmazdı. Hiçbir seven sevdiğinin üzülmesini istemez, hele kendisi yüzünden... Umarım ve dilerim, senin hayatında hüzünlü bir kare olmam.

Gölgesi hüzün bir Murat


[¹] Louis Aragon
[²] Leonardo Da Vinci

 


Bugün yine seni andım


        Bugün yine seni andım...
Çok çok andım. 
Mutlaka iki kulağın da ateş gibi kıpkırmızı olmuştur, olmalı. 
Ateş demişken, tabii kalbin alev alev yanmalı...

Bugün yine seni andım...
Çok çok andım.
Mutlaka kalbin çınlamıştır. 
Unutamadı bir türlü beni şu serseri demişsindir.

Bugün yine seni andım...
Çok çok andım hatta ağladım
İnşallah seni de hıçkırık tutmuştur.
İnşallah adımı anmadan da geçmemiştir...

Bugün yine yeni bir başlangıç gibi seni andım...
Bugün sana yandım...