
biliyorum,
bir gün bir şiirim
yarım kalacak…
Sevgilim,
Çılgınlık yapmanın da mevsimi varmış, deli/kanlı olmanın da... Gençliğin mevsimi, ihtiyarlığın mevsimi gibi... Hasta ve yaşlı anneciğime bakınca bunu geçirdim içimden. Ama en azından her yaşta ve her cins delikanlı olabilir ve öyle de kalabilir mert ve samimi ruhlar...
Çılgınlık ve çocukluk yapmak başka bir şey; bambaşka... Bu isteği duymak ve hatta frenleyememek. Ne güzel! Hele iki dost/sevgili, karı koca, birlikte saçmalayabiliyorlarsa...
Mevsim işi bu Rüveyda.
Neşe denen şey ruhu sarmazsa o enerjiyi bulamazsın, yaşın kaç olursa olsun. Sen olsaydın, biz olsaydık, ne güzel saçmalardık birlikte.
Bazen bile isteye üşümek istiyorum,
Üşüsem ve sana gelsem ısınmaya diyorum...
Tenin değil, gülüşlerin ısıtsa ruhumu...
Sevgilim,
Bana şarkı söylediğini hayal ediyorum, bilmediğim bir iklimin lisanıyla, bilmediğim ama hissettiğim manaları dalgalandıran sözleri olan...
Sen ne güzel şarkılar söylerdin...
Ben ne güzel dinlerdim seni canımla...
Sesinde sevginin, şefkatin rengiyle, Gözlerinden dökülen muhabbet nehirleriyle, Sen ne güzel şarkılar söylerdin ruhuma...
Saçların yandan salınmış, ten kokunuzla özdeşleşmiş parfümünün odaya verdiği o baş döndürücü, aklı yele verdirici tütsünün ılıman ikliminde sen; kalbim! Bana ne güzel şarkılar söylerdin... Yılların yorgunluğunu alırdı sesinden yayılan muhabbet...
Kafka: Güzelliği görme yeteneğini kaybetmeyen asla yaşlanmaz. der Milena’ya mektubunda... Hele o güzel sen olunca, şarkılar senin dilinin letafetinden pınar gibi çağlıyorsa, insan senin yanında, seninleyken nasıl yaşlansın... Çiftler birbirlerine, dudaklardan abıhayat sunmalılar diye düşünmüşümdür... Dudaklarından nefeslenip, oradan almalıyım hayatı içime...
Suni teneffüs değil, hakiki nefes alış bu...
Yine o dudaklarından kelime kelime, yaşam sevincim dökülmeli, inan hiçbirini ziyan etmeden, ekmek kırığı hassasiyetinde çekerdim içime...
Sana doymuyorum, doyumsuzum, arsızım sevgilim… Benim doyumsuzluğum, oburluğum, arsızlığım şu yalan dünyanın, nimetleri içinde işte sana bu denli tutkulu, arzulu, aşkla yoğrulu…
Böyle bir kadınla hayatı paylaşan bir adam, nasıl yaşlansın? Söyle Rüveyda,
En güzel şarkıları, en güzel sözleri bana söyleyin. Bazen ruhuma huzur zerk eden bir ninni, bazen de tüm hücrelerimi dipdiri eden, soğuk denize aniden atılan biri gibi zinde kılın beni, zinde kılın ki o dirilik sizi de baştan çıkartsın...
Ah Kalbim,
Bir cümlen ile nasıl da pimi çekilmeye hazır bomba gibi kışkırtılıyorum...
Benim satırlarca yazdığım lüzumsuz cümleler, senden gelen iki cümle ile yerle yeksan oluyor, savruluyor, dağılıyor... Tadını kokunu bilmediğim kadınım. desem, masal bu ya dedim işte, cüretimi bağışla... Titreyen ruhumun, aksisedası, parmaklarımın hâlini görmelisin, meltemde üşüyen tir tir titreyen yapraktan farksızım.
Sevgili,
Mektuplarımda hiç bahsettim mi bilmiyorum. Hayatımda hiç ata binmedim ama atları hep hayranlıkla seyrettim. Belki biraz ürkek, biraz da uzaktım atlara... Hele şu dağlarda gruplar hâlinde yelelerini savurarak özgürce koşan, gem vurulmaz atlar... Özgürlük ve sadakat simgesi atlar.
Ve kısrak.
Ve gem vurulmaz kısrağa benzeyen kadın!
İkisi de dişi/dişli...
Nefs gibi, ama nefis...
Hem çok zor hem de vazgeçemiyoruz işte, kadınlardan ve elbette ben de senden. Ruhumu okşuyor, ruhumda raks ediyor, rüzgâra salınmış yele (pelerin) gibi... Kaçıyormuş gibi yapıyorsun ama ilgisiz hiç değilsin.
Sürmeli gözlerin yere baksa da bakar gibi yapsa da hep üstümde, kalbimi hedef almış. İlgi çekme taktiği mi, nazlı bir cilve mi? İnsana en yakın canlılardan atlar, yunus balığı gibi... Yunus ısırmaz ama at çifte atar, şaha kalkar. Kadın gibi; zor yani...
Şair:
Atlara ve uzaklara hayrandım.[¹] der.
Evet, atlar uzaklara götüren, uzaklığı çağrıştıran, uzaklardan gelen ve getiren. Bir seni bana, beni sana getirmeyen atlar…
Hayalinin dibine düşmeye can atan bir adam...
[¹] İsmet Özel