12 Ekim 2017 Perşembe

Rüveyda'ya mektuplar (13)



      bir daha asla geri gelmez bir günden sesleniyorum sana;
      seni sevdiğimi ve unutmadığımı, 
sakın unutma!


Biliyorum Sevgili Rüveyda biliyorum!

Ben seni hep böyle marjinal ve yaşanmamış bir hayatta, illegal seveceğim.

Biliyorum, sen; gönlümde büyütüp, hece hece beslediğim bu sevgimi ne tam anlayabilecek ne de karşılığını verebileceksin! Sanki sen yüce bir çınar ağacının dalı, bense sana tutunma çabasındaki bir hazan yaprağı...

Ha düştü ha düşecek!

Ağaç için binler yapraktan bir yaprak, düşsün; ne olacak, kış biter, ilkbaharda gelir yine yeşil yeşil binlercesi. Mahrumiyet kime, yaprağa mı, ağaca mı? Seviyor, sevmiyor diye kadim zamanlardan beri, zavallı papatyaları yolmak gibi bir şey bu. Seven gitmez, seven üzmez. Papatyalara kıymak niye? Seven kıymet verendir, önemseyendir.

Nice papatyalar vardır, nazlı gülün erişemeyeceği güzellikte, derin ve sadıkane severler. Adı üstünde ne de olsa gül, hep sevilmeye, kendisine bülbül lisanında, bülbülce aşk ve yakarış nağmelerine alışkın. Sevilmeyi biliyor da ya sevmek?

Oysa papatya ne güzel sever, aşkı uğruna, sevdiğine inandırmak için tüm yapraklarını fedaya hazırdır. Sonunda sapsarı yapraksız kalır da yine de sevdiğine inandıramaz!

Biliyorum Sevgili Rüveyda, biliyorum! Ben bu marjinal hayatımın bilinmezliği içinde, sana olan illegal aşkımı gün gelecek, kelimelere dökmeyi bırakacak; seni, yani, hayatımın tadını, hasretini, bekleyişini ruhumun kalın sayfaları arasına havale edeceğim. 

Yapraklar düşer, dal kalır.
Sel gider kum kalır.
Ve ruhuma kazınmış adın.

"Dinle neyden, ayrılıklar şikâyet etmede..." diye başlar Mesnevi...

İnsanın alın yazısıdır ayrılık... Önce cennetten, sonra iki karşı cins birbirlerinden ayrıldılar.  Yıllarca ayrılığı yaşayıp tövbe kapısında yalvardılar. Babamız Âdem ile annemiz Havva -kendilerine selam olsun- kim bilir şu koskoca dünyada ayrı ayrı beldelerde, bir başlarına nasıl da hasretler ektiler şu kara toprağa, gözyaşı tohumlarından...

Belki gül, o gözyaşlarındandır, dikeni de bu sebeple batar insanın canına, ayrılık acısına bir remiz olarak anılsın diye… Batıyor ayrılık dikeni canıma, ama sen ne biliyor, ne de hissedebiliyorsun!

Dalın umurunda değil bir yaprak. Oysa her dal teklikte, fark edilmezdir, kıymeti bilinmez ama ağacı ağaç yapan güzellikler toplamının en asil ferdidir. Onca yaprak içinde, ayrı bir ruh, ayrı bir fert, ayrı bir dünya.

Kavuşma anına kadar neler çektiler, neler öğrendiler, neler yaşadılar yeryüzüne düşen anne ve babamız. İnsanlığın annesi, babası. Firkatin ve visalin kahramanları... Belki de korkmasınlar diye, melekler vardı yanlarında, bir mürebbiye, bir kılavuz gibi.

Eşyanın isimlerini öğrenmeye başladıkları gibi ateşi, ateşte ısınmayı, narda yanıp kavrulmayı, el firak şarkısını bestelemeyi de öğreniyorlardı... Çünkü visal sadece rüyalarında gördükleri bir yudum teselli idi. Bir sabah gözyaşı tohumunun meyvesi gül ve dikeni ile tanıştıklarında nasıl şaşkın ve sevinç içindeydiler, kim bilir... Âdem’in elinde kırmızı bir gül. Havva’nın elinde beyaz... Gülü iki eliyle kavradı, avucunda abıhayat sanki... Yüzünü gömdü gülün yüzüne, çekti, çekti kokusunu içine, öyle bir koku, öyle bir çekiş, sarhoş oldu. Mısra mısra ayrılığa, hasrete şiirler dökülürken dilinden, parmaklarının dikenlere saplanıp kanadığını fark etmiyordu bile...

K/anıyordu aşkı en marjinal, en illegal oluşa aldırmıyordu...

Toprağa düşen kandamlası, şaraba maya olacak üzümü bitiriyordu. 

Toprağa düşen damla, hüznü bitiriyordu. Hüzün de bir bitkiydi artık, ayrılığın gölgesi...

Senin kalbin Murat