16 Eylül 2020 Çarşamba

Kalp


Kalp; yürek, gönül...letaif zümresindendir. 
Mesafeler onun için söz konusu değil. Andığı yerde!
 
Kalp; yakınları uzak, uzakları yakın eden. 
Bazen yakına kör ve sağır ama uzaklara rikkatli ve her türlü duyan gören ve hasret çeken. Hasreti kokusunu ancak kalp duyar.

KLB kökünden geldiği için değişen de denilir. Mesela az yukarıda ne yazdırıyordu işte aşağıya neler yazdırdı, konu bir anda genişleyip hakiki mecrasına kayıverdi.

Derler ki tasavvufta; kalbinde muhabbeti çok olan mürid, mürşidini yanına getirir. O muhabbet nura aittir ve cins cinsi çektiği için mürşid talebesine kayıtsız kalmaz, kalamaz... Zaman ve mek'an dürülür. Bunun en güzel örneğini Kâinatın Seyyidi Cenab-ı Ahmed-i Mahmud Muhammed Mustafa -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin miraçlarında sidret-ül münteha'dan (1) sonra görürüz.   

Ve sonra Kâbe Kavseyn makamı (2)  Sırların sırlara bile sır olduğu bu makam kendisine ikram edilmezden önce Kâinatın Övüncü Efendimiz (sav)'e melaike kaç kez kalp ameliyatı yaptılar ki vahye, burak atına, hızına, alemleri seyahate ve nihayet  zamandan ve mekândan münezzeh olan Alemleri Yaratan Allah'ın huzurunda...Allahu Ekber! Allah Telanın en kıymetlisi olan Peygamberimiz (sav) o gece neler gördü, neler duydu bir O ve ona bildiren Allah azze bilir. Bu mevzuda çok şeyler, eserler yazıldıysa da, sırların sır perdesini aralamak hep meçhul (biz hep cahil) kaldık.

Allah'ın kudretindeki kalbimizi lekeleyen şeylere günahlar denilmiştir. Her günah kalbe cürmüne göre bir leke... Tevbe, azim bir tevbe silebiliyor kalpten o lekeleri. İyi niyet ve kararlı olmak başlıca şartlarından. Mekruh yani hoş görülmeyen şeylerde ısrar, günaha; günahta ısrarsa - Allah korusun- imani tehlike sınırlarına vardırır! 

Aslında yazımı ilk baştaki şekliyle: 

''Kalp; yürek, gönül...letaif zümresindendir. 
Mesafeler onun için söz konusu değil. Andığı yerde!
 
Kalp; yakınları uzak, uzakları yakın eden. 
Bazen yakına kör ve sağır ama uzaklara rikkatli ve her türlü duyan gören ve hasret çeken. Hasreti kokusunu ancak kalp duyar.''  kısmı ile yayınlayacaktım. 

Ruhumuzun evi kalbimizi, -manevi gelişimi için- ona lazım olan şeylerle besleyebiliyorsak ne mutlu bize. Aksi halde o kalbin o beden sahibi tarafından işkence altında can çekişmesidir! 

Kalp işte bizi nerelerde gezdirdi. İyi de etti ne dersiniz?

 
______________________________

(1) Sözlükte “Arabistan kirazı denilen hoş gölgeli nebk ağacı” anlamındaki sidre ile (Kāmus Tercümesi, II, 385) müntehâ kelimesinden oluşan sidretü’l-müntehâ terkibi “son noktada bulunan sidre” demektir. Terim olarak “Hz. Peygamber’in Mi‘rac gecesi yanında ilâhî sırlara mazhar olduğu ağaç veya makam” diye açıklanabilir. Kur’an’da bir yerde sidretü’l-müntehâ (en-Necm 53/14), bir yerde yalnız sidre (en-Necm 53/16) şeklinde geçer. Sidr iki âyette de (Sebe’ 34/16; el-Vâkıa 56/28) “ağaç” mânasına gelmektedir. Çeşitli hadis rivayetlerinde yapraklarının yıkanmada kullanılması sebebiyle sidr, ayrıca âyetteki konumu itibariyle sidretü’l-müntehâ yer alır (Wensinck, el-Muʿcem, “sdr” md.).

Sidretü’l-müntehâ terkibiyle ilgili olarak başlıca iki görüş ileri sürülmüştür. Daha çok kabul gören anlayışa göre sidretü’l-müntehâ semada bulunan, Mi‘rac gecesi yanında Resûl-i Ekrem’in ilâhî sırlara mazhar olduğu bir ağaçtır. Çünkü terkibin yer aldığı Necm sûresindeki âyetler Resûlullah’ın mi‘racıyla ilgilidir. Yaygın kanaate göre Hz. Peygamber (sav) Mi‘rac gecesi sidretü’l-müntehânın yanında aslî sûretiyle Cebrâil’i görmüştür. 

Sidretü’l-müntehâyı bürüyen şey ise Allah’ın nuru, melekler veya bilinmeyen başka şeylerdir (Fahreddin er-Râzî, XXVIII, 253). Sidretü’l-müntehâya bu ismin veriliş sebebi konusunda da çeşitli görüşler vardır. Cennetin son noktasında bulunması, aşağıdan yükselen ve yukarıdan inen şeylerin orada neticelenmesi, yaratılmışlara özgü bütün bilgilerin orada son bulması, ötesinin Allah’tan başkası için gayb âlemi olması gibi görüşler bunlardan bazılarıdır (Zemahşerî, VI, 48; Kurtubî, IX, 95). 

Taberî, farklı ihtimallerin hepsinin âyetin lafzına uygun olup tercih için kesin bir nakil bulunmadığından bunlardan birinin veya hepsinin mümkün olabileceğini belirtir (Câmiʿu’l-beyân, XIII, 53)
 
Bu açıklamaların ortak noktası sidretü’l-müntehânın bir sınırı ifade etmesidir. Burası, Mi‘rac gecesi Hz. Peygamber’in mazhariyeti dışında büyük meleklerin ve peygamberlerin ötesine geçemediği, yaratılmışların ilminin ulaşabileceği son nokta olarak kabul edilir. 

Yaygın kanaate göre Hz. Peygamber Mi‘rac gecesi Cebrâil ile sidretü’l-müntehâya kadar gitmiş ve Cebrâil’in daha ileriye gitmesine izin verilmediği için kābe kavseyne olan yolculuğuna refrefle devam etmiştir (Âlûsî, XV, 14). Bu sebeple sidretü’l-müntehâ Cebrâil’in makamı sayılmıştır. Ayrıca bunun illiyyîn olduğu yolunda görüşler vardır (Taberî, XXIV, 209).

Sidre kelimesinin kökünde (seder/sedâre) “hayret anlamı” da bulunduğundan bu terkibe “en büyük hayret” anlamı verenler de olmuştur. Burası en çok hayret edilen bir makam olduğu halde Kur’ân-ı Kerîm’de belirtildiği gibi Allah’ın resulü ne hayrete düşmüş ne de kendini kaybetmiş, gördüğünü tam ve doğru olarak algılamıştır (en-Necm 53/17). 
Bu görüşü aktaran Râzî ilk anlayışın daha isabetli olduğunu belirtir (Mefâtîḥu’l-ġayb, XXVIII, 252-253). 

Sidretü’l-müntehâ, hadis rivayetlerinde beyan edildiği üzere cennetin son noktasında kendine özgü bir ağaç da olsa veya hayret makamı konumunda da bulunsa sınırlı idrak imkânlarına sahip insanların onun mahiyetini bilmesi mümkün değildir. Cebrâil’in bile idrak etmekten âciz olduğu gayb âlemine ait bu varlığın veya makamın sırrının Allah’a havale edilmesi en isabetli yoldur.

Tasavvufta da sidretü’l-müntehâ hakkında çeşitli yorumlar yapılmıştır. İlk sûfîlerden Sehl b. Abdullah et-Tüsterî sidretü’l-müntehâyı “beşerî bilginin bittiği yer” diye tanımlamış, bunun Hz. Muhammed’in ibadetlerindeki nurdan oluştuğunu, ilâhî feyizlerin sidre üzerinde ona geldiğini ve ona metanet verdiğini söylemiştir (Tefsîr, s. 145). Aynülkudât el-Hemedânî’ye göre sidre rubûbiyyet ağacıdır, meyvesi ubûdiyyettir (Temhîdât, s. 276). Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye göre Resûl-i Ekrem, Hz. İbrâhim’in makamı olan yedinci semayı geçerek sidretü’l-müntehâya ulaşmış, sonra burasını da geçip kaderleri yazan kalemlerin çıkardığı sesleri işitecek bir noktaya yükselmiştir. Sidretü’l-müntehâ, peygamberler ve onlara tâbi olan mutlu insanların amellerinin sûretlerinin bulunduğu yerdir, bu sûretler kıyamete kadar burada muhafaza edilir. Bu amellerden yansıyan ışıltılar sidreyi bürümüş ve onu göz kamaştıran bir güzelliğe kavuşturmuştur. 

İbnü’l-Arabî sidretü’l-müntehâdaki nur kelebeklerinin ve dört nehrin özel anlamları olduğunu, ancak bunun mahiyetinin tam olarak bilinemeyeceğini, güçlü bir anlatım yeteneğine sahip bulunan Hz. Peygamber bu noktada susmayı tercih ettiğine göre insanların da susması gerektiğini söyler. Burada İbnü’l-Arabî’nin mi‘racla ilgili hususları bazı mânevî ve ilâhî hususların simgeleri olarak gördüğünü belirtmek gerekir (Fütûḥât, II, 369; III, 345; el-İsrâ ile’l-maḳāmi’l-esrâ, s. 109)

(2) Peygamberimiz Hz.Allah’a öyle yaklaştı ki, vahyi ondan, Cebrail dahil hiçbir vasıta olmadan aldı. (bk. Hamdi Yazır, Necm Suresinin 9. Ayeti)

Bedüzzaman ise ayette geçen "kâbe kavseyn" makamını "imkân ile vücup ortası" diye tefsir etmektedir. Buna göre Peygamberimiz bütün mevcudat ve mahlukat alemlerini geçmiş ve onları arkasına almıştır. Fakat vücup alemi Allah’a ait bir sıfat olduğundan ve Allah vacibu'l vücut olduğundan, o aleme bir mahlukun girmesi mümkün olmamıştır. İşte bu ikisinin ortasına "kâbe kavseyn" demektedir. Bu makamda Allah’ı görmüş ve ondan vahiy almıştır.